2 Temmuz ‘93 Sivas Katliamı ve Sonrası 

featured
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

T.C devletinin kuruluş ilkeleri olan “tek dil, tek din, tek bayrak, tek vatan” bu topraklarda zorla Türkleştirme ve Türk-islam anlayışıyla katliam ve asimilasyonun kaynağı olmuştur.

Dersim, Zilan, Koçgiri, Ermeni, Rum, 6-7 Eylül, Çorum, Maraş, Sivas, Roboski ve daha birçok katliamın baş aktörü faşist devletin kendisidir. Yaşanan bunca barbarlığın nedeni yukarıda bahsettiğimiz devlet anlayışının temel taşlarıdır. Asimile edemediği kesimleri resmi-gayri resmi çeteleri eliyle katliamdan geçiren devlet, korkuyu yaşamsal kılarak tüm kesimleri kendi denetimi altına almaya çalışmıştır. 

Yüzyıllardır bu topraklarda yaşayan ve felsefi yaşam biçimini, inancını kendi kurallarına göre yaşayan; mahkemesi, adaleti, yargısı olan Kızılbaş toplumu Osmanlı’dan günümüze devletin hedefinde olmuştur. Kendi denetimine alamadığı bu toplumsal kesimi soykırım derecesinde katliamlardan geçirmiştir. Kızılbaş toplumu canını korumak için dağlık alanlarda yaşamak zorunda kalmıştır. 

Osmanlı’dan devraldığı Kırılgan sınıfsal kompozisyon sebebiyle (sömürge/yarı-sömürge- yarı-feodal üretim biçimini yar-sömürge yarı-feodal üretim biçimine dönüştürerek) bu zihniyet ile kurulan faşist TC devleti, yarım kalmış olan işleri devam ettirdi. Tek dil, tek inanç gerici-ırkçı devlet anlayışı farklı inançlardan ve dillerden toplumsal kesimleri bekası için sürekli düşman görmüş ve katli vacip kılmıştır.  Kürdistan’da Seyid Rıza, Şeyh Sait dil ve inanç farklılığı olan toplumsal kesimlerin önderi olarak katledilmiş ve kalanlara korku adresi olarak gösterilmiştir. 

Sivas ‘93 Madımak katliamı bizzat devletin denetiminde göz göre göre gelmiştir. Siyasi ve ekonomik çıkmazın içinde boğulan faşist devlet, hem nefes borularını açmak hem de “yarım kalan” işlerini devam ettirmek adına Madımak katliamını hazırlamıştır. 33 insanın diri diri yakıldığı bu katliamda korku bir kez daha canlarımızı bizden almıştır. Kızılbaş ve alevi toplumu bu katliama verdiği refleks ile kısmen diriliğini korumuş ancak ilerleyen zamanlarda büyük çoğunluk olarak katliamın plancısı devlet ve onun siyasi sözcülerinin kuyruğuna takılmıştır. Bu devletin planının tuttuğunun ve kendi denetimi altına aldığının net göstergesi olmuştur. 

Sivas katliamının yaşandığı dönemde hükümette olan Tansu Çiller ve Erdal İnönü elini bile oynatmamış, seyirci kalmıştır. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel devletin bekası adına katliamın kazanımlarını tarihe yazmıştı. Güncelde görüldüğü gibi, son seçimlerde Kızılbaş toplumu katliamın mimarlarının partilerinin oluşturduğu kliğe blok oyla destek olmuştur. Keza Kürt toplumu içinde durum aynı olmuştur. Devlet ve sahibi sermaye kendi çizdiği çemberin içine aldığı bu toplumsal kesimleri tam denetim altına alma planına uygun pozisyonda olmuştur.

Türk devletinin yüzüncü yılına girdiğimiz günlerde hükümette olan partinin manipülasyonları ve sermaye devletinin diğer sözcüsü faşist partilerin kitle çalışmaları hepsi tek hedefe varmaktadır: baki olan devlettir ve onun ilelebet yaşamasıdır. 

Sivasın Hesabı Sorulacak!

Yukarıda kısaca bahsetmeye çalıştığımız devlet politikası, devlet adına işlevini yerine getirmiştir. Her katliamdan sonra atılan “hesabını soracağız, hesabı sorulacak” sloganları zamanla önem ve anlamını yitirmiş, devletin sözcüsü faşist partilerin kitle çalışmasıyla devlet elinden alınmış ve üç-beş çetenin yaptığı işlere indirgenmiştir. Devlet katliam yapmış, korku salmış, denetimine alma işini sözcüsü partilere ihale etmiştir. Günümüzde Sivas katliamını “lanetleyenler” arasında anmalarda boy gösteren CHP’de vardır, Saadet Partisi de. Bu her iki parti dönemin hükümeti ve devletin dümeninde olan partilerdir. Kitlelerin manüple edilmesi, “barış, kardeşlik” sloganlarının bu faşist-gerici odaklar tarafından dillendirilmesi bahsini etmeye çalıştığımız devlet ve onun bekası için canla başla çalışan faşist-gerici partilerin kitlelerde karşılık bulmasından kaynaklıdır. Sahtedir, yalandır, yeni katliamların alt yapı malzemesidir. 

“Sivasın hesabı sorulacak”tan, “Sivası unutma, unutturma” zeminine gelen-getirilen sürecin kendisi de bu devlet politikasının canlı ve diri olduğunun aşikarlığıdır. Kitlelerde yaratılan korku ve manüplasyon, yüzüncü yılında Kızılbaşları ve Kürtleri devlete tekrar sağlam bağlarla bağlama amacının vardığı son noktadır ve son seçimlerde bu görmek isteyenler için gözler önüne serilmiştir.

Devrimci-komünist hareketin 19 Aralık 2000’de almış olduğu büyük kayıplar ve kopan kitle bağları, devletin bu politikasının hayat bulmasında koridor olmuştur. Gücünün büyük bölümünü 2000’lerde yine bu devlet ve sözcüsü partilerin katliamı nedeniyle kaybeden komünist, devrimci hareketin, devletin kitle politikasına karşı koyacak politik adımları atamamış olması ve son süreçte oportünist-revizyonist tezlerle kitle kuyrukçuluğuna düşmüş olması devletin bahsini ettiğimiz denetim altına alma ve yönetme politikasının başka bir ayağını oluşturmaktadır. Kitleler çaresiz değildir, görece güçlü görünen faşist diktatörlüğün bu politikaları güçlenecek olan devrimci kitlelerle tersine dönecektir.

Bir kez daha söylemek gerekirse faşist TC devleti için, kontrol altına alınmış sınıf hareketi her şey demektir. Sınıf hareketinin kontrol dışına çıkması ise burjuva hukuksal alanı aşan salt demokrasi için değil devrim için çok yönlü mücadele eden bir hatta durmaktadır. Kontrol dışına çıkan sınıf hareketi burjuva faşist TC devletinin en büyük korkusudur. Çünkü emperyalizm ve yarı sömürge faşist  TC devleti ile halk kitlelerinin çelişkisi bakidir bu çelişkiyi kucaklayacak olan her türlü kontrol alanının dışına çıkmış sınıf hareketidir. Dikkat edilirse oportunizm, reformizm ve revizyonizm burjuva hukuksal alanı aşamayan sınıf hareketinin geri konumundan beslenmektedir.

Yorumlar kapalı.