Bartın Katliamı ve işçilerin kazalara karşı çalışmama hakkı

featured
Paylaş

Bu Yazıyı Paylaş

veya linki kopyala

Çalışanlar, gerekli iş güvenliği ve sağlığa ilişkin çalışma ortamı sağlanmamışsa ilgili mevzuata uygun girişimlerinden sonra çalışmama hakkına sahiptir ve yasada belirtildiği gibi “hakları kısıtlanamaz”; elbette kısıtlanmayacak hak, iş hukukuna uygun olan ücret alma hakkıdır

“cinayeti kör bir kayıkçı gördü
ben gördüm kulaklarım gördü
vapur kudurdu kuduz gibi böğürdü
hiç biriniz orada yoktunuz”

A. İlhan

Sosyal politikanın önemli sacayaklarından biri olan çalışma hukukunun önceliklerinden biri çalışanın sağlığını korumaktır. Zira aslolan hayattır. Geniş anlamda sosyal hukuk, dar anlamda çalışma hukuku da sanayileşme sürecinde bu gerekliliğin bir sonucu olarak doğmuştur. Zira, kadın ve çocukların ağır çalışma koşullarında, sağlıksız olarak çalıştırıldığı bir süreçte, A. Smith ulusların zenginliğini nüfusun temel bileşeni olan emek gücü üzerinden açıklamıştır. Bu anlamda nüfus içinde çalışan nüfusun sağlıklı, en azından ertesi gün işe gelecek kadar sağlıklı olması ve hatta toplam nüfus içinde sayılarının azalmaması, sermaye ve devletlerin önem verdikleri zorunlu bir hususu olmuştur. Bu zorunluluk hukuksal düzenlemelerde kendisini göstermiş, çalışanların korunmalarına yönelik bazı önlemler alınmasını gündeme getirmiştir. Kuşkusuz bu önlemler diğer yandan çalışan emekçilerin mücadelesi ile zaman içinde daha bir belirgin hale gelmiştir. Çalışma hukuku, sosyal politika alanı tam da bu belirgin olma halinin disiplin olarak organize olmalarının sonucudur.

Çalışma yaşamı, ilişkileri ücretler kadar çalışma koşulları açısından da, özellikle yaşam hakkı açısından bir çatışma alanıdır, hatta ücretten de önemli. Zira ölü veya hasta bir işçi için ücretin bir anlamı da kalmamaktadır. Ücret kadar asli yaşamın kaynağı olan mesleki hastalıklar ve iş kazaları olarak adlandırılan iş cinayetleri de önemlidir, hem de daha fazla. Bu emek ile sermaye arasında bir irade savaşıdır da: Yaşamak ya da yaşamamak olarak.

Ne yazık ki mesleki hastalıklara ve iş kazası adı altındaki cinayetlerin boyutlarına baktığımızda şu ana kadar bu irade savaşlarında işçi sınıfından yana düşünenler de basit iş hukuku kurallarını hatırlamak ve hatırlatmakta bile “yetersiz” kalmış; işçi sınıfının kendisini koruyabileceği olanakları ona göstermekte yeterli bir etkinlik gösterememiş, cinayetleri gördükçe sesini yükseltmemiştir; sendikaları da dahil…

“cinayeti kör bir kayıkçı gördü
ben gördüm kulaklarım gördü
vapur kudurdu kuduz gibi böğürdü
hiç biriniz orada yoktunuz”

A. İlhan

Oysa bilinmelidir ki işverenler bu iş kazalarına yönelik koruyucu, etkin ve yeterli bir önlemde bulunmadıkları için iş kazaları kurbanlarının ölümünden doğrudan sorumludur. Bu iş kazaları ile ne olacağı, bu kazaların bu işçileri öldüreceği önceden bilindiği halde, bu ölümcül kazaların önlenmesi için yeterli ve gerekli önlemin alınmaması akla bir cinayetin işlendiğini getirmelidir. Engels’in yerinde ifadesiyle “Bir insan, bir başkasına ölüme yol açan bir zarar verdiği zaman buna adam öldürme diyoruz; saldırgan, vereceği zararın öldürücü olduğunu önceden biliyorsa o zaman buna cinayet diyoruz.” İşverenler, doğal olmayan bir ölümle, basit ve önlenebilir bir kazadan koruyamayarak işçileri iş kazaları nedeniyle ölümle karşı karşıya bıraktığı için bu bir cinayettir. Öyle söylendiği gibi basit kaza sonucu ölüm değildir. Engels’in söylemi ile, işverenler, iş kazasında ölen işçileri yaşamın gereklerinden yoksun bırakıp bu kazalar ile yaşayamayacakları konuma soktuğu için bu bir cinayettir, örtülü, kasıtlı bir cinayettir. Hiç kimsenin kendisini savunamadığı bir cinayettir; kimse katili görmediği için, mağdurların ölümü “doğal” kabul edildiği için de “cinayet gibi olmayan cinayettir”, suç bir şeyi yapmaktan çok yapmamaktan kaynaklanmaktadır. Yeterince koruyucu ve önleyici önlemleri almayan, bunun güvencesini işçilere vermeyen her işveren bu cinayetin failidir, öldürülenlerin katilidir. Tuzla havzasında tersane işçilerinin sık sık karşılaştığı ölümcül kazalar bu türden birer cinayet olup, katilleri bellidir. Bu cinayetler ve işlendiği yerler ne yazık ki sadece madenler ile sınırlı değildir.

İş kazaları en sık, kömür madenciliği, dokuma ve gıda maddeleri sanayileri, taş, toprak, kil, kum vs. imalatı, metal endüstrisi, makine imalatı, nakil araçları imalatı, inşaat, nakliyat, toptan ve perakende ticaret faaliyet gruplarında meydana gelmektedir. Biraz eski de olsa, örnek olsun, SSK verilerine göre, 1994-2003 yıllarını kapsayan 10 yıllık dönemde, ortalama her 82 iş kazasının biri, ölümle sonuçlanmıştır. Buna göre, 10 yıllık dönemde, Türkiye’de meydana gelen 831 bin 248 iş kazasında, 10 bin 84 kişi hayatını kaybetmiştir. Uluslararası Çalışma Örgütü (ILO) verileri ile karşılaştırıldığında, Türkiye’de iş kazalarında ölüm oranının çok yüksek olduğu görülmektedir. ILO’ya göre, 1994 yılında, İngiltere ve Hollanda dışındaki Avrupa Birliği ülkelerinde, her 100 bin çalışanın 6’sı, Avustralya’da 7’si, Kanada’da 7’si, Japonya’da 4’ü, İsviçre’de 7’si, Avusturya’da 6’sı, Belçika’da 7’si, Danimarka’da 3’ü, Almanya’da 5’i, Yunanistan’da 4’ü, Hollanda’da 3’ü, Portekiz’de 6’sı, İspanya’da 10’u, İsveç’te ise 6’sı iş kazası sonucu hayatını kaybetmişken, Türkiye’de her 100 bin çalışanın 15’i iş kazaları sonucu öldü.

2002 yılında iş kazaları ve meslek hastalıkları sonucu kaybedilen işgünü sayısı ise 1 milyon 831 bin 252’dir. Aynı yıl grevlerde kaybolan işgünü sayısı ise 43.885 gündür! Yani sermaye cephesinin grev olmasın, üretim sürsün diye çırpındığı bir zaman diliminde, iş kazaları ve meslek hastalıkları nedeni ile grevlerin yaklaşık elli katı daha fazla iş günü kaybedilmiştir. Benzeri durum, grevlerin yaygın olduğu bir dönem için de geçerlidir. 1990-1997 döneminde grevlerde toplam 19.3 milyon gün kaybolmuşken, üç yıl daha kısa bir dönemi içeren 1993-1997 döneminde iş kazaları ve meslek hastalıklarından kaybolan iş günü sayısı 46.6 milyon gün olmuştur. Bu veriler bize sermaye cephesinin işgünü kaybına katlandığını, ama ek bir maliyet gerektiren iş kazalarının ve meslek hastalıklarının önlenmesine sıcak bakmadığını göstermektedir. Zira, burada kaybedilen para değil, her zaman yerine bir başkası bulunabilecek bir işçidir.

O zaman yeniden sınıfsal bakalım. Bunlar fıtrat, kader politikası mı yoksa, mevcut mevzuat ile bile tamamen yok edilemese de azaltılabilir mi?

Önce mevzuat:

6331 sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği Kanunu:

İşverenin genel yükümlülüğü

MADDE 4 – (1) İşveren, çalışanların işle ilgili sağlık ve güvenliğini sağlamakla yükümlü olup bu çerçevede; a) Mesleki risklerin önlenmesi, eğitim ve bilgi verilmesi dâhil her türlü tedbirin alınması, organizasyonun yapılması, gerekli araç ve gereçlerin sağlanması, sağlık ve güvenlik tedbirlerinin değişen şartlara uygun hale getirilmesi ve mevcut durumun iyileştirilmesi için çalışmalar yapar. b) İşyerinde alınan iş sağlığı ve güvenliği tedbirlerine uyulup uyulmadığını izler, denetler ve uygunsuzlukların giderilmesini sağlar. c) Risk değerlendirmesi yapar veya yaptırır. ç) Çalışana görev verirken, çalışanın sağlık ve güvenlik yönünden işe uygunluğunu göz önüne alır. d) Yeterli bilgi ve talimat verilenler dışındaki çalışanların hayati ve özel tehlike bulunan yerlere girmemesi için gerekli tedbirleri alır. (2) İşyeri dışındaki uzman kişi ve kuruluşlardan hizmet alınması, işverenin sorumluluklarını ortadan kaldırmaz. (3) Çalışanların iş sağlığı ve güvenliği alanındaki yükümlülükleri, işverenin sorumluluklarını etkilemez. (4) İşveren, iş sağlığı ve güvenliği tedbirlerinin maliyetini çalışanlara yansıtamaz.

Risk değerlendirmesi, kontrol, ölçüm ve araştırma

MADDE 10 – (1) İşveren, iş sağlığı ve güvenliği yönünden risk değerlendirmesi yapmak veya yaptırmakla yükümlüdür. Risk değerlendirmesi yapılırken aşağıdaki hususlar dikkate alınır: a) Belirli risklerden etkilenecek çalışanların durumu. b) Kullanılacak iş ekipmanı ile kimyasal madde ve müstahzarların seçimi. c) İşyerinin tertip ve düzeni. ç) Genç, yaşlı, engelli, gebe veya emziren çalışanlar gibi özel politika gerektiren gruplar ile kadın çalışanların durumu. (2) İşveren, yapılacak risk değerlendirmesi sonucu alınacak iş sağlığı ve güvenliği tedbirleri ile kullanılması gereken koruyucu donanım veya ekipmanı belirler. (3) İşyerinde uygulanacak iş sağlığı ve güvenliği tedbirleri, çalışma şekilleri ve üretim yöntemleri; çalışanların sağlık ve güvenlik yönünden korunma düzeyini yükseltecek ve işyerinin idari yapılanmasının her kademesinde uygulanabilir nitelikte olmalıdır. (4) İşveren, iş sağlığı ve güvenliği yönünden çalışma ortamına ve çalışanların bu ortamda maruz kaldığı risklerin belirlenmesine yönelik gerekli kontrol, ölçüm, inceleme ve araştırmaların yapılmasını sağlar.

Çalışmaktan kaçınma hakkı

MADDE 13 – Ciddi ve yakın tehlike ile karşı karşıya kalan çalışanlar kurula, kurulun bulunmadığı işyerlerinde ise işverene başvurarak durumun tespit edilmesini ve gerekli tedbirlerin alınmasına karar verilmesini talep edebilir. Kurul acilen toplanarak, işveren ise derhâl kararını verir ve durumu tutanakla tespit eder. Karar, çalışana ve çalışan temsilcisine yazılı olarak bildirilir. (2) Kurul veya işverenin çalışanın talebi yönünde karar vermesi hâlinde çalışan, gerekli tedbirler alınıncaya kadar çalışmaktan kaçınabilir. Çalışanların çalışmaktan kaçındığı dönemdeki ücreti ile kanunlardan ve iş sözleşmesinden doğan diğer hakları saklıdır. (3) Çalışanlar ciddi ve yakın tehlikenin önlenemez olduğu durumlarda birinci fıkradaki usule uymak zorunda olmaksızın işyerini veya tehlikeli bölgeyi terk ederek belirlenen güvenli yere gider. Çalışanların bu hareketlerinden dolayı hakları kısıtlanamaz.

Yasa gayet açık, çalışma hukukunun temel felsefesine göre işçinin yararı esastır. Mesleki hastalık ve kaza riskleri nedeni ile çalışanlar mevzuat gereği işyerlerinde sağlıkları ile ilgili başvurularda bulunacak, gerekli önlemler alınmazsa çalışmama hakkını kullanacak ve yasa gereğince bu hareketlerinden dolayı hakları kısıtlanamayacak. Dolayısıyla bu durumlarda işçilerin ücret alma hakları vardır. Tersi olarak ne ücretsiz izinler, kısmi çalışmalar ne de bir hafta sonra işten çıkarmalar ne sosyal hukuk ile bağdaşır ne de de çalışma hukuku ile.

Çalışma hukuku işçinin hukukudur, önce çalışanın sağlığı, sonra geri kalan mevzuat. Çalışanlar, gerekli iş güvenliği ve sağlığa ilişkin çalışma ortamı sağlanmamışsa ilgili mevzuata uygun girişimlerinden sonra çalışmama hakkına sahiptir ve yasada belirtildiği gibi “hakları kısıtlanamaz”; elbette kısıtlanmayacak hak, iş hukukuna uygun olan ücret alma hakkıdır.

Sınıfın sendikaları, siyasal yapıları kafaları bulandıran işsizlik ödeneği, kısmi çalışma, telafi çalışması, bir hafta yarım ücretli gibi şeylerden uzak durmalı, çalışanın sağlığını koruyan bu düzenlemeyi hayata geçirmek için uğraşmalıdır. Yaşam hakkı en kutsal hak olup bunun için de grev hakkını, genel grev hakkını kullanmak en doğal haktır.

Öyleyse önce işçiler “işçi” olmalı, bu haklarından yararlanmalıdır. Sonra sendikaları ve emekten yana siyasal yapılar bu hakları emekçilere sık sık hatırlatmalı, yaşam hakkını savunmalıdır, ücret ve diğer haklardan önce. Zira ölü bir işçi için hiçbir hakkın ve yüksek ücretin anlamı yoktur.

Ne ağıt, ne serzeniş… Yapılması gerekeni yapmak, sorumluluk duygusu ile haklara, özellikle emekçilerin yaşam hakkına sahip çıkmaktır olması gereken.

“haliç’te bir vapuru vurdular dört kişi
polis kaatilleri arıyordu
deli cafer ismail tayfur ve şaşı
üzerime yüklediler bu işi
sarhoştum kasımpaşa’daydım
vapuru onlar vurdu ben vurmadım
cinayeti kör bir kayıkçı gördü
ben vursam kendimi vuracaktım”

A. İlhan

Yorumlar kapalı.