featured
  1. Haberler
  2. HALK SAĞLIĞI.
  3. Doğanın Yıkımı Kapitalizmden Bağımsız Değildir 

Doğanın Yıkımı Kapitalizmden Bağımsız Değildir 

service

Günümüzde ezilen dünya halklarını ilgilendiren konu başlıklarından biri de, “çevre sorunu” olarak yansıyan sorunlar yumağıdır. Doğaya verilen zarar tüm canlıların yaşamını doğrudan etkiliyor. Sadece insanların değil, tüm canlıların yaşam alanları yıkıma uğruyor. İklim değişikliğine bağlı olarak buzulların erimesi, su seviyesinin yükselmesi, büyük devasa hortumlar, seller, fırtınalar vd. doğa olaylarının sık sık yaşanması durumu var. Karbonun atmosfere yoğun şekilde salımıyla artan sıcaklar doğada yaşanılan tüm bu değişikliklerin önemli nedenlerinden biridir. Yer altı sularının çekilmesi ve kuraklık bir başka boyuttur. 

Doğanın tahrip edilmesi ve yıkımı gerek dünya ölçeğinde, gerekse de tek tek ülkelerde öyle yüksek boyuttadır ki, buna bağlı olarak çevre kirliliği ve sorununa olan duyarlılık ve mücadele de gelişiyor. Doğaya yönelik saldırılar canlı yaşamını, üretim alanlarını, geçim topraklarını yok ediyor. Ne uğruna? Kapitalizmin kâr hırsı uğruna! Bu nedenle “çevre sorunu” sadece çevreyi ilgilendiren bir sorun değildir. 

Dünyada olduğu gibi Türkiye ve Kuzey Kürdistan coğrafyasında da gün geçmiyorki doğaya yönelik bir saldırı yaşanmasın. Bu yaşanan saldırı ve buna bağlı olarak yaşanılan yıkımın boyutunu iki örnekle güncellemeye çalışalım. 21 Haziran 2022’de Erzincan’ın İliç ilçesinde %80’lik hisseye sahip Kanada’lı şirket ile %20 hisseye sahip Çalık Holdingin işlettiği Çöpler Madeni’nde 20 ton siyanür toprağa karıştı. Günlerce gündem olan bu olay basına yansımasaydı ve bir duyarlılık gelişmeseydi bu durum devam edecekti. Bir diğer olay da Bolu’nun bir köyünde, köye gelen suyu içen yüzlerce köylünün zehirlenmesi ve yaşanılan bir ölümdür. Bu iki olayın öne çıkması dönem açısından işin görünen ve açığa çıkan yüzüdür. Çünkü Türkiye ve Kuzey Kürdistan topraklarında pıtırak gibi her yerde maden sahaları ve enerji santralleri açılıyor. Halk sağlığı ciddi tehdit ve tehlikeler altındadır. İnsan yaşamının değersizleşmesi dip noktadadır. Derelerden akan suya artık eskisi gibi güvenilip içilemiyor. Ormanlar traşlanıyor, mera alanları yok ediliyor, yer altı suları çekiliyor, topraklar verimsizleşiyor, moluz yığınları dört bir yana saçılıyor, hava kirleniyor. Fabrikaların zehirli atık suları arıtılmadan derelere ve denize karışıyor. Bunlar gibi daha birçok olumsuzluk yaşanıyor ve bunların doğaya verdiği zararın ölçümü yapılamıyor.

Sadece doğanın yıkımı ve halkın sağlığı tehlikesi yoktur. Halkın yaşam alanları ve geçim kaynakları da yok ediliyor. Ve bu durum kırsal alanda yaşayan köylülerin topraklarından kopmalarına da neden olmaktadır. Çevre sorununu sınıf mücadelesinden bağımsız bir sorun olarak görenlerden, emperyalist odakların finanse ettiği Greenpacce gibi çevre örgütlerine kadar geniş yelpazede çevreci akımlar var. Peki devrimci hareketin soruna yaklaşımı nedir ve hangi yöntemlerle sorunu çözmeye çalışıyor gibi sorular önemli bir yerde duruyor. 

Her şeyde olduğu gibi doğada meydana gelen olay ve gelişmeler de iç çelişki üzerinden yaşanır. Kimi gelişmeler milyonlarca yada milyarlarca yıl sürecek kadar yavaş olur. Örneğin karbon salımının atmosferdeki yoğunluğu sıcakların artmasına, iklim değişikliğine vb. neden olmaktadır. Emperyalist sistemin doğa üzerinde böyle bir etkisi olmasa bu yönde bir gelişme belki milyarlarca yada milyonlarca yıl sonra olabilecek bir olay olurdu. Bu nedenle doğa olaylarını, doğanın tahrip edilmesini ve yıkımını toplumların gelişmesinden bağımsız ele alamayız. Doğanın kendi iç çelişkileriyle evrimleşmesiyle toplumsal sistemlerin doğa üzerindeki ilişkisiyle yaşanılan gelişmeler iki farklı olgudur. Dolayısıyla doğa ile insan, doğa ile toplumsal sistemler arasındaki ilişki önemlidir. Geçmişten günümüze doğa olayları yüzünden birçok canlı türü etkilenmiş, yok olmuştur. Ama canlıların yaşamsal kaynakları ve koşullar yok olmadığı sürece farklı canlı türleri yaşamaya devam edecektir. 

İnsan; doğayı anlama, tanıma ve onu denetim altına alarak dönüştürme ve kapasitesine sahip tek canlı varlıktır. Bu niteliğinden ötürü diğer canlılardan ayrılır. İnsan, hem doğa hem de diğer canlılar üzerinde hakimiyet kurmuştur, diyebiliriz. Bu, insanlık tarihi bakımından önemli bir gelişme olmakla birlikte, sönürücü toplumsal sistemlerin varlığıyla hem doğa ve diğer canlılar hem de ezilen dünya halkları tehlike altına girmiştir.

İnsanlık tarihinin gelişme aşaması süreci aynı zamanda doğanın insan emeğiyle dönüştürülmesi tarihidir. Canlı türleri doğadan yararlanır ve çeşitli yöntemlerle yaşamayı sürdürürler. Beslenirler, çiftleşirler, ürerler ve ölürler. Canlı türleri beslenmek için doğaya ve yine canlılara ihtiyaç duyarlar. Avlanan canlılar birçok taktik uygular. Bitkiler uygun doğal koşullar olmadan filizlenmezler. Yanı sıra canlılar üremek için yuvaya ve uygun doğal koşullara ihtiyaç duyarlar. Doğa tüm bunlara yataklık eder ve bunun olmaması demek yaşamın bitmesi anlamı taşır. Doğayı korumak, sadece canlı varlıkları koruma anlamı taşımaz. Canlı varlıkların oluşmasına zemin hazırlayan ve doğanın dengesini sağlayan cansız maddelerin oluşturduğu ortamı da koruma anlamı taşır. Örneğin; karbon salımının atmosferdeki yoğunluğuna neden olan emperyalist dünya sisteminin varlığı bu dengeyi bozuyor. Yada siyanürün toprağa ve suya karışması gibi sorunlar canlı ve cansız varlıklar arasındaki uyumu bozuyor. Bunlara benzer birçok örnek çoğaltılabilinir.

Doğanın insanlık tarihi dışında milyonlarca yıllık tarihi vardır. İnsanın insanlaşma süreci ve tarihiyle birlikte doğayı ele almak; tarihsel materyalist bakış açısıyla yorumlamak, incelemek ve çözüm üretmek sorunların temel yöntemidir. İnsan, emeğiyle doğal olan şeyi dönüştürerek kendi ihtiyacı için ilk kullandığında doğaya verdiği zarar, kuşkusuz doğanın dengesini bozacak nitelikte değildi. O günden bu güne; toplumsal sistemlerin gelişmesine paralel doğanın dönüştürülmesi süreci de gelişmiştir. Emeğin ve üretimin çeşitlenmesi, yeni ihtiyaçların ortaya çıkması ve bunlara binaen yeniden üretim, doğayı tanıma ve dönüştürme sürecidir, aynı zamanda. Bu nedenle toplum ile doğa, insan ile doğa arasında kopmaz bir bağ vardır. 

Doğayla uyum içinde yaşamak için onu korumak ve gözetmek gerekir. Aksi halde başta insan türü olmak üzere canlıların varlığını yok edecek doğa olayları ve dönüşümleri yaşanabilir. Ama doğayla uyum içinde olmak demek, onu denetim altına almak ve dönüştürmekle karşıtlık oluşturmaz. Ki insanın insanlaşma süreci doğayı, emeğiyle dönüştürme ve denetimine alma sürecidir. Sınıflı toplumlara geçiş ve günümüzde emperyalizmin hakimiyeti, sınıf mücadelesi gerçekliği bizlere çevre sorununu sınıf mücadelesine bağlı ele almayı koşullar.

Sınıflı toplumların ortaya çıkmasıyla birlikte doğaya olan yaklaşım da nitelik değiştirdi. Keza doğaya yaklaşım sorunu toplumsal ve insana yaklaşım sorunuyla esasta aynıdır. Yanı sıra tüm canlı türlere yaklaşım da buna göre biçim alır. Örneğin, köle sahipleri, taş yapım alanlarında (yada farklı yerlerde) çalıştırdığı köleleri acımasızca çalıştırıp sömürür. Köleye verdiği değer, taşların çıkarıldığı doğal ortama verdiği değerle paralel gider. Köle sahipleri için önemli olan kölelerin sömürülmesi, taşların çıkarılması, taşınması ve kullanılacak yerlerin yapımıdır. Doğaya verilecek zararın küçüklüğü, büyüklüğü akıllardan dahi geçmez. Ayrıca, feodalizm döneminde, feodallerin köylüye verdiği değerle toprağa, ormana, hayvanlara, meralara verdiği değerle paralel gider.

Kapitalizmin ortaya çıkmasıyla, insanın emek gücü de alınıp satılan bir metaya dönüştü. Egemen sınıfların sömürüsünün yoğunlaşması, genişlemesi ve yayılmasıyla insanın değersizleşmesi de kitlesellik kazandı. Kapitalizmin birleşik pazar ekonomisi, köleci ve feodal toplumlara göre kapsayıcılığı ve meta çeşitliliğinin artması, kâr ve rekabet doğa doğaya yaklaşımı daha acımasız hale getirdi. Kapitalist için yer altı ve yer üstü kaynakların her biri potansiyel metadır. Üretim alanlarının çeşitlenmesi farklı türde ham madde ihtiyacı doğurdu. Bunun anlamı, kâr ve rekabet arasında en düşük maliyet ve ucuz iş gücü koşullarında bu kaynaklara ulaşım gerekliliğidir. Sermayenin kâr elde etme temeli çürük maliyet giderleri ve ucuz iş gücü piyasasıdır. Bu temel, doğanın yıkımını ve tahribatını hızlandırdı, genelleştirdi ve dünyaya yayılmasına neden oldu.

Kapitalizmin emperyalizm aşamasıyla doğanın yıkımı dünya ve dünyanın üzerindeki tüm canlıları etkileme aşaması ve niteliğine ulaştı. Doğaya yönelik saldırılar artık bir bölgeyi, bir ülkeyi yada bir kıtayı etkileyecek konumdan çıkıp dünyanın doğa yapısını bozan bir niteliğe kavuştu. Karbon salımının yoğunlaşması, sıcakların artması, iklim değişikliği, ozon tabakasının delinmesi gibi gelişmeler emperyalizmin bir dünya sistemi olmasına paralel gider. Karbon salımında ABD, Çin gibi emperyalist devletlerin başı çekmesi, gelişmiş sanayilerin varlığı ve kentleşmenin vardığı boyutta vb. açıklanabilinir.

Burjuvazinin aşırı kâr hırsı hem anarşiyi getirir, hem de toplumsallığı değil bireyselliği zorunlu kılar. Örneğin, kapitalizm toplu taşımayı teşvik etmez o, herkese araba vb. satmayı, herkesin arabasının olmasını amaçlar. Böylece kendisine pazar alanı açar. Bunun sonucunda ise hem karbon salma vb. fazla olur, çevre ve hava kirliliği yaşanır, hem de araçların üretimi için gerekli olan ve doğadan, yer altından çıkarılan değerli sektörel madenler vb. çok fazla olur. Ve bu, doğanın görülmedik boyutta talan edilmesi, yıkıma uğratılması demektir. Yine sürekli olarak bir üst versiyon çıkarılır, toplumu bu yeni versiyonların alımına yöneltir. Otomobilde olduğu gibi, cep telefonlarında vd. ürünlerde de bu yöntemi kullanır, tüketim toplumu yaratmayı amaçlar. Sosyalizmde ise, kâr amacıyla değil, toplumun ihtiyaçlarına göre üretim yapıldığı için bireyci kültür vb. değil, toplumsallaşan kültürü yaratmayı amaçlar. Otomobilden cep telefonuna her bir ihtiyaç kâr amacıyla üretilmediğinden kısa ömürlü olmaz, uzun ömürlü olur. Ayrıca bir şey üretilirken tüm özellikleriyle üretilir. Doğadan gerekli madenleri çıkarırken bunun doğayı en az yıkıma uğratacak yol ve yöntemlerle çıkarılır. Böylece hem toplumun ihtiyaçları karşılanır, hem de böylelikle doğanın kendisini yenilemesinin koşulları sağlanır.

Emperyalist burjuvazi ve uşak komprador burjuvazilerin kâr hırsının yarattığı çevresel sorunları nedenleriyle ve çözüm yöntemlerinin sınıfsal temele oturtulduğunda doğru bir perspektif elde edilmiş olunur. Dünya çapında verilen çevre mücadelesinin bir kısmı emperyalist kuruluşların finansmanıyla yapılıyor. Amaç doğaya verilen zarardan dolayı oluşan ve oluşabilecek toplumsal hareketleri denetim altına almaktır. Bunun dışında verilen çevre mücadelesini, sınıfsal çözümü ve mücadelesinden kopuk ele alan çeşitli çevreler var. 

Yarı-sömürge ülkelerde doğa yıkımı ve tahribatı daha ağır olabilmektedir. Böyle ülkelerde çevrecilerin mücadelesi sınıf mücadelesinden kopuk ele alınsa da, halkın sorunlarına ve mücadelesine daha yakındırlar. Böyle bir gerçeklik olsa da, çevre sorununu, devrimci mücadele ile birleştirmeme tutumu niyetten bağımsız sisteme hizmet ediyor, etmektedir. Burada öncülük görevi elbette komünist ve devrimci harekete düşüyor.

Çevre sorunu olarak yansıyanlar, sömürücü sınıfların kâr elde etme hırsının doğa üzerindeki sonuçlarıdır. Örneğin; devlet tarafından onca teşvik primi almalarına rağmen fabrika bacalarına filtre takılmıyor. Fabrikaların atık suları, arıtma tesisi kurulmadığından doğrudan derelere akıtılıyor, yada taşınıp araziye bırakılıyor. Burjuvazi tüm bınları külfet sayıp uygulamıyor. Böylece maliyetleri düşürmüş oluyor. Tüm bunlara devlette gözünü kapatıyor.

Türkiye ve Kuzey Kürdistan’da son yıllarda maden ocaklarının ve enerji santrallerinin çoğalmasına paralel olarak doğanın yıkımı ve tahribatı arttı. Kırsal alanlarda yaşanılan bu gelişmeler ilk elden köylüleri etkiliyor. Köylülerin topraklarını, suyunu, yaşam alanlarını koruma mücadelesi parçalı da olsa gelişti. Türkiye ve Kuzey Kürdistan’ın her bir ilinde binlerce maden ocağı, enerji santralleri ve taş ocakları bulunmasıyla birlikte halen yapılmaya devam ediliyor. 

Bir örnekle devam edelim: BirGün gazetesinin 9 Temmuz tarihli sayısı, Yeşil Artvin Derneği Başkanı Nur Neşe Karahan’ın şu sözlerini aktarıyor, “Artvin orman alanlarının yüzde 69’u madenlere ruhsatlandırılmış durumda olup…TEMA’nın bu yılın başında Maden İşleri Dairesi’nden aldığı ve kamuoyuyla paylaştığı bilgilere göre ilimizde maden ruhsatı sayısı 325 değil, 525 adetmiş. Bu 525 maden ruhsatı ise ilimizin toplam yüzölçümünün yüzde 71’ine karşılık gelmektedir.”

Ayrıca Karadeniz’deki yüzlerce HES yapımından Artvin’de onlarcasının olduğu bilinmektedir. Bununla birlikte düşünüldüğünde Artvin’deki enerji santralleri ve maden ocaklarının yapım ve işletmesinin verdiği zararın büyüklüğü rahatlıkla görülebilinir. Ki Artvin’deki bu durum istisna değildir. Mesela Ordu’nun %40’ı maden şirketlerine ruhsatlandırılmıştır. Türkiye ve Kuzey Kürdistan coğrafyasının yüzde 60’ı maden şirketlerine arama izni olarak açılmıştır. Erzincan’da, Artvin’de, Bolu’da, Ordu’da vd. illerdeki bu nesnel gerçeklik aynı temel üzerinden şekillenmektedir. 

Dolayısıyla emperyalizmin ihtiyaçları doğrultusunda, işbirlikçi burjuvazi aracılığıyla işçilerin ucuz işgücü sömürüsü, köylülerin topraklarından edilmesi ve kâr-rekabet sarmalında maliyetlerin düşük tutulmasıyla yaşanılan doğa yıkımı iç içe gelişmektedir. Soruna  bu çelişkiler üzerinden yaklaşmak ve birleştirmek, sınıfsal mücadele temeline oturmak Marksist, Leninist, Maoist’ler açısından tayin edicidir. “Çevre sorunu” olarak yansıyan boyutunu sınıf mücadelesinin bir izdüşümü olarak ele almamak yanlıştır. Çevrecilerin sistemden kopuk mücadelelerini eleştirmek ve doğru zemine çekmek elbette gereklidir. Köylülerin mücadelesini kendiliğindenciğe ve çevrecilerin insafına bırakmak doğru bir yönelim değildir. Halkın sorunlarıyla ilgilenmeyen, doğanın yıkımını işçi ve köylülerin mücadelesiyle birleştirmemek yanlıştır. Doğru olana yaslanmak ve buna uygun politikalar geliştirmek temel önemdedir.

Doğanın Yıkımı Kapitalizmden Bağımsız Değildir 
Yorum Yap

Yorumlar kapalı.

Giriş Yap

Devrimci Demokrasi ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!

Bizi Takip Edin