Defolun toprağımızdan, denizimizden, havamızdan
Buğdayımızdan, tuzumuzdan, yaramızdan.
Her şeyden defolun!
Mahmut Derviş
İnsanlık, tarih boyunca birçok katliama, soykırıma tanık oldu. En ağır işkencelerin, yıkımların, travmaların izleri onlara karşı örülen direnişle birlikte tarihteki yerini aldı.
İnsanlık yine bir soykırımın eşiğinde. Küçük bir sahil şeridine, Gazze’ye hapsedilen Filistinliler 7 Ekim 2023 tarihinden beri İsrail’in ağır katliamlarına maruz kalıyor. Bölgede on yıllardır benzer uygulamalar mevcut. İsrail açısından çocukların, sivillerin katliamı için küçük bir bahane dahi yeterli olabilmektedir. Katliamlarını meşrulaştırmak adına en son öne sürdükleri gerekçeleri de 7 Ekim tarihinde, Gazze’de faaliyet gösteren ulusal direniş gruplarının İsrail’e yönelik başlatmış oldukları “Aksa Tufanı” adlı operasyon oldu. İçerisinde kendilerini Marksist-devrimci olarak tanımlayan örgütlerin, İzzettin El Kassam Tugayları’nın, İslami Cihat gruplarının da yer aldığı Gazze’deki ulusal direniş grupları İsrail zulmüne karşı ortak operasyon başlatmış, faşist siyonist devletin abarttıldığı gibi güçlü, güvenlikli bir devlet olmadığını, aslında her gerici yapı gibi kağıttan kaplan olduğu ispatlanmıştı.
Savaş, siyasetin farklı araçlarla yürütülmesidir. Siyaseti de ekonominin yoğunlaşmış ifadesi olarak ele alırsak, her savaşın ekonomik sınıfsal temeli olduğunu söyleyebiliriz. Bu nedenle MLM’ler savaşları ele alırken haklı-haksız savaş ayrımına giderler. Haklı savaşları desteklerken, haksız savaşın karşısında dururlar. Komünistlerin zayıflamaya başladığı ve ideolojik mücadelenin yeterince yürütülmediği her dönemde kavramlar iç içe girmiş ve bir anlamda bilinç bulanıklığı yaratılmıştır. Emperyalist ideologların da bunda büyük payı vardır. Sınıf mücadelesi gerçekliğini inkar edip, tarihi “din-kültür çatışması” olarak ele alan teorilerin etkisini güncel olarak yaşanan gelişmelerin yorumlanmasında rahatlıkla görebiliriz. Komünist öncüler zayıfladıkça burjuva ideologların literatürü daha fazla karşımıza çıkmaya başladı. İsrail devletinin soykırıma vardırdığı işgal saldırısının ardından konunun din savaşı ekseninde ele alınması bunun bir örneğidir ve emperyalist burjuvazi ve ideologlarının tam olarak istediği bir durumdur. Ayrıca Filistin konusunun bugün yalnızca Hamas üzerinden ele alınıp, işgal edilmiş ülkede yürütülen ulusal kurtuluş mücadelesinin gölgede bırakılması hatalı bir kavrayıştır. “Ulusal sorun özünde pazar sorunudur” gerçeğine gözler kapandığında, emperyalistlerin tekelci rekabetinin Ortadoğu’da yarattığı yıkımdan ve enerji kaynakları için yapılan işgallerden, savaşlardan geriye yalnızca kitleleri aldatmak ve konsolide etmek için ortaya atılan din ve kehanet soslu söylemler kalır. Dar bir bakış açısından kurtulabilmek adına Filistin tarihine kısaca göz atmakta fayda var.
Filistin’in kökleri M.Ö 12. yy’a kadar dayanıyor. İsrailoğulları, Persler, Yunanlar arasındaki rekabet, müslümanların İsrail ordusunun da tarihsel kesitte yerini almasıyla daha farklı bir boyuta evrilir. Romalılarla Araplar arasında uzun süren savaşlar sonucu M.S 628’de Heraklios Filistin’i ele geçirse de islam halifelerinden Ömer döneminde, 637 yılında Bizans ile yapılan savaş ile birlikte Filistin toprakları islam devletinin eline geçti ve Emeviler döneminde Suriye ile birlikte 9 büyük eyaletten biri oldu. 1099’da Avrupalı güçlerin bölgeyi ele geçirmesinin ardından 1185’de Eyyubiler, ardından Memlüklüler bölgede egemen oldu. Ancak bölge çok uzun bir Osmanlı denetiminde kaldı. 1517 Mercidabık savaşıyla birlikte yaklaşık 400 yıllık bir Osmanlı hakimiyeti başladı. Filistin üç büyük tek tanrılı din açısından önemli bir merkezdi. Dinlerin kutsiyet atfıyla ifade ettiği bu bölge tıpkı tarih boyunca kutsal görülen diğer dini mekanlar gibi önemli ticaret merkezi olmuştu.
YAŞAYAN ALİYAHLAR
Birinci yy’da Roma işgali sonrası Filistinden ayrılan Yahudi toplulukları kutsal kabul ettikleri topraklara dönme hayalini daima canlı tutmuşlardı. Yahudiler açısından dinlerinin o bölgede hayat bulmuş olması, Davud ve Süleyman’ın hükümranlıkları, inanç ve törenlerinin tarihsel ağırlığı, kurtuluşun kutsal vadedilmiş topraklara dönüş sayesinde olacağı hayali Filistin bölgesini ulaşılacak bir alan haline getirmişti. Filistin-İsrail sorununun giderek derinleşmeye başladığı süreç ise kapitalizmin gelişmeye ve ulus-devletlerin oluşmaya başladığı dönemdir. Kapitalizmin gelişmesiyle paralel olarak ortaya çıkan milliyetçilik olgusu başta Avrupa olmak üzere çeşitli kıtalara yayılmış olan Yahudi toplumunun sürekli baskılanmasına yol açıyordu. Yahudilerin belli mesleklere kabul edilmemesi, üniversitelere alınmamaları, istedikleri alanda ikamet edememeleri vb. sorunlarını açıktan saldırı ve soykırım olayları izledi. Burada siyonist ideolojiye dikkat çekmek gerekir. Siyonizm değerlendirilirken sınıfsal bakış açısından uzak salt dini bir motifle ele alınmaktadır. Oysa ki, siyonizm ulus devletleşme mantığına dayanan ırkçı-faşist bir ideolojidir. Dini soslarla, “vadedilmiş topraklarla” kendine temel araması kitlelerce benimsenme arzusuyla ilgilidir. En temel düşüncesi, “Yahudi ulusu varsa, Yahudi devleti de olmalıdır”. (T. Herzl) tezine dayanır. Yahudileri üstün ırk kabul eder…
Yahudilerin yaşamış oldukları sorunun kökeninde bulundukları ülke burjuvazisiyle Yahudi burjuvazisi arasındaki rekabet yer almaktaydı. Avrupa’da gelişen kapitalizm Yahudi sermayesini kendisine rakip olarak gördüğünden doğrudan onu tasfiyeye yönelmiş, sermayenin kontrolünü ele geçirmeye çalışmıştı. Uygulanan baskı, hak kısıtlamaları, soykırım gibi sorunlar burjuva sınıfların kendi aralarındaki çelişkiden ileri gelmekteydi.
“Batı Avrupa’da kapitalist birikim ve tekelleşme karşısında orta sınıf, Yahudilerin küçük burjuva rekabetinden şikayetçi olmaya başladı. Yahudiler her iki yerde de istenmiyordu. Rusya’da Leo Pinoler ve Fransa’da Baron Rothschild, bütün büyük kapitalist Yahudiler gibi küçük burjuva kökenli ırkdaşlarının Batı’ya yerleşmelerini yada orada kalmalarını maddi çıkarlar yönünden desteklemiyor, onların Avrupa dışında başka bir yere gitmelerini istiyorlardı.” (Türkkaya Ataöv) Avrupa’daki Yahudi burjuvazisinin tasfiyesine yönelik girişimler sadece üst sınıfları değil, işçi sınıfı vd. küçük burjuva halk katmanlarını da etkiliyordu. Buda beraberinde milliyetçilikle beslenen Yahudi karşıtlığını, anti-semitizmi geliştiriyordu. Sermayenin hakim olduğu ülkelere uyum sağlamakta zorlanan, çeşitli uygulamalarla mülksüzleştirilmeye çalışan Yahudi burjuvazisi pazar hakimiyetini elinde bulundurabileceği bir ülkeye ihtiyaç duyuyordu ve Filistinde kurulacak bir Yahudi devletiyle sermayesini daha rahat kontrol edebileceğini biliyordu. Yani siyonistlerin siyasal-ekonomik çıkarları, Avrupalı Yahudi bankerlerin kendi maddi çıkarlarının zarar göreceğini düşünmesi Yahudi yurdu fikrinin daha güçlü doğmasını sağladı. Tamamen kendi çıkarlarına hizmet eden bu fikri ön planda tutan siyonistlerin ezilen yoksul Yahudi halkını bu fikir etrafında örgütlemek adına çok da çaba sarfetmesine gerek yoktu. Zira Batı soykırıma vardırdığı anti-semitizm politikalarıyla bunu sağlıyor, baskı gören kesimlerde kurtuluşun bağımsız bir Yahudi devletinde olduğu fikrini daha çok benimsiyordu. Tevrat’taki “Nil’den Fırat’a bahşedilen topraklar” söylemi de “Yahudilerin anavatanlarına dönmesi” şeklindeki hem dinsel hem de milliyetçi propaganda ile beslenince Filistin topraklarının fiili olarak işgal süreci başlamış oluyordu.
Kapitalizmin gelişmesine paralel olarak ulus-millet bilinci şüphesiz Yahudileri de kuşatmıştı. Bu anlayışın gelişmesinde Batının katkısına değinmiştik. Yahudi milliyetçiliğini geliştiren teorisyenlerin de birbiri ardına ortaya çıkmaları uzun sürmedi. Örneğin, 1882 yılında Leon Pinsker tarafından kaleme alınan “Auto-Emancipation” adlı çalışmada Avrupalı Yahudilerin kısmi reformlarla, yasal düzenlemelerle özgürlüklerini, Batı ülkelerinin bireyleriyle eşit toplumsal statüyü elde edemeyeceklerini, tek kurtuluşun Filistin topraklarında bağımsız bir Yahudi devleti kurmak olduğu vurgulanıyordu. Pinsker’in dinden ziyade milli kimliği ön plana çıkardığı bu bakış açısı baskı altında bulunan Yahudi toplumunda yansımasını bulmuş, kimlik siyasetini önceleyen Yahudi fraksiyonları oluşmaya başlamıştı.
Pinsker sonrası Theodor Herzl’de benzer çalışmalar içine girdi. Her ne kadar siyonizm fikri kendisine ait olmasa da, siyonizmin ideolojik temellerini, yazdığı “Yahudi Devleti” kitabında ortaya koymuştu. Milliyetçilik düşünceleriyle uluslararası alanda çalışmalar başlatan Herzl, siyonizmin çeşitli fraksiyonlarını tek çatı altında birleştirmek için girişimlerde bulundu. 1897’de ilk siyonist kongresi onun çabalarıyla toplanabildi. “1. Siyonist Kongresi”, “Filistinde Yahudi halkı için hukuken tanınan bir yurt olması gerekir”fikrini kararlaştırıp dağınık yapı sergileyen hareketleri “Dünya Siyonist Örgütü” adı altında bir araya topladı.
Aliyahlar, Yahudilerin Filistin topraklarına toplu olarak göçlerini ifade eder. İlk 2 Aliyah 1. emperyalist paylaşım savaşı öncesi Rusya’da gerçekleştirilen soykırım sonucu başlamıştı. Üçüncü dalga ise 1919-1923 arası Doğu Avrupadan gelenlerin gerçekleştirdiği göçtü. Almanya’da Nazilerin iktidara gelişi ve ardı sıra yaşanan Yahudi soykırımından sağ kurtulanların 1923-26 yılları arasında gerçekleştirdiği 170 bin kişilik aliyah en kitlesel dalgayı oluşturmuş, bu göçle Filistin’deki Yahudi nüfusu iki katına çıkmıştı.
YAHUDİLERİN DEVLET İNŞASI
Osmanlı’nın giderek zayıflaması ve 1. emperyalist paylaşım savaşıyla aldığı yenilgiyle birlikte emperyalist devletler Osmanlı topraklarını kendi aralarında paylaşırken, Osmanlı bu süreçte tüm Ortadoğu ve Arap yarımadası topraklarını kaybetti. 1916 Sykes-Picot antlaşması ile Osmanlı toprakları İngiltere-Fransa-Rusya arasında bölüşüldü. 1920 San Remo ile sömürgeleştirme süreci fiilen başladı ve Filistin, İngiltere sömürgesi oldu. Siyonistler bu süreçte İngiltere ile yakın ilişkiler geliştirdiler. Örneğin, Herbert Sidebotham isimli önde gelen bir Yahudi Manchester Guardian gazetesine yazdığı yazıda Filistin’de kurulacak bir Yahudi devletinin Süveyş Kanalının savunulmasında İngiltere için dost ve güvenilir bir müttefik olarak faydalı olacağından bahsediyordu. Siyonistlere bu dönemde Filistin dışında başka yerler de teklif edildi. Uganda’ya yerleşilmesi teklifi siyonist kongresinde “geçici yurt” olarak önce kabul edilse de daha sonrasında Filistin dışındaki tekliflerin tümden reddedilmesi kararı alındı. Emperyalistlerin siyonistlerle müttefikliği ve çıkarları doğrultusunda Filistini parçalama düşüncesinin muhatabı Filistinliler olsa bile onlara sorulan hiçbir şey yoktu, tıpkı bugünkü gibi…
1917’de nüfusun %8’i, toprakların ise %2,5’ine sahip olan Yahudilerin nüfusu 1936’lara gelindiğinde %31’e çıkmıştı. Bölgeye göçlerle yerleşen Yahudiler, satın alma ve oluşturdukları silahlı birimlerle geniş bir alanı ele geçirdiler. Burada 1917’deki Balfour Bildirisi’de önem taşır. İngiltere dışişleri bakanı James Arthur Balfour, Yahudiler için Filistinde yurt kurulmasını destekleyecekleri fikrini büyük bir müjdeyle siyonist teşkilatın başkanı İngiliz Yahudisi Baron Lionel Walter Rothschild’e bildirdi. Filistinin parçalanacağı ve emperyalistlerin çıkarlarına uygun bir İsrail devletinin kurulacağı artık netti. Siyonistler bölgede faşist terörü arttırdı ve açık katliamlar yaparak Filistinlileri göç ettirdi, topraklarını gasp etti. Irgun, Stern, Haganah gibi örgütler birçok katliama imza attı. İsrail ordusunun temelini oluşturan bu örgütlerin liderleri ise kurulacak İsrail devletinin önemli mevkilerine gelecekti. Tabii çıkarları çatışmaya başladığı anda İngilizlerle de karşı karşıya geldiler ve giderek ABD ile daha yakın ilişkiler geliştirdiler. Filistin topraklarında artan çatışmalar, İngiliz güçlerinin açıktan hedef alındığı eylemler, Nazi soykırımının dünya kamuoyunda yarattığı Yahudi hassasiyeti ve ABD’nin de Ortadoğu’da paylaşıma dahil olma arzusu bölge sorununun önemini arttırdı. 2. emperyalist paylaşım savaşı sonrası İngiltere bölgedeki hakimiyetini yitirdiğini anlayınca, bölge sorununu 1947’de BM’ye havale etti. Birleşmiş Milletler’de (BM)”29 Kasım 1947’de yapılan oylamada lehte 30, aleyhte 13, çekimser 10 oy vardı. Genel Kurul, Filistinin Arap ve Yahudi devletlerine bölünmesini ve Kudüs’ün uluslararası statü kazanmasını kabul etmişti.” İngiliz kuvvetleri sömürge topraklarını terketti ve 14 Mayıs 1945’te İsrail devletinin kurulduğu ilan edildi. Kurulduktan kısa bir süre sonra ilk olarak İsrail’i tanıyan ABD oldu. Bu arada Yahudiler nüfusun sadece %25’ini oluşturuyordu. Yaklaşık 1,2 milyon Filistinli kendi topraklarında mülteci konumuna geldi. Verimli toprakların büyük bir kısmı İsrail’e verilse de, İsrail BM kararılarıyla yetinmedi. İsrail’in ilk devlet başkanı David Ben Gurion’un dediği gibi, “İsrail genişleme eğiliminde olan bir devlet”ti. Bu genişleme faaliyetini de ABD emperyalizminin desteğiyle gerçekleştirdi. Kısa sürede İngiltere’nin yerini dolduran ABD, Ortadoğu’da yeni ortağına 1948-54 arasında 7 milyar dolara yakın yardımda bulundu.
İNTİFADALAR VE SAVAŞLAR
Filistinliler için İsrail’in kuruluşu El-Nakba (Felaket) olarak tanımlanır. Bu felaket süreci bugün artık giderek parçalanmış bir Batı Şeria ile bağlantısı olmayan, açık hava hapishanesi statüsü taşıyan Gazze’ye kadar gelecekti. İsrail’in kuruluşunun ardından Arap devletleriyle İsrail arasında birçok savaş yaşandı. Ancak Arap devletlerinin birlik sağlayamaması ve ABD, İngiltere gibi emperyalist devletlerin İsrail’e destekleriyle İsrail savaşların hepsinden galip çıktı. Ancak faşist İsrail devletinin boyun eğip Filistin varlığını tanımak zorunda kalacağı gerçeklik Filistinlilerin bağrında şekillenen gerilla mücadelesi ve intifadalar olacaktı. Burada ulusal kurtuluş mücadelesi yürüten örgütlerin altını çizmek gerekir.
Arafat liderliğinde 1959’da kurulan El-Fetih, George Habaş liderliğinde 1967’de kurulan FHKC, Filistin mücadelesinde öne çıkan başlıca örgütler oldular. 1969’da bu hareketler FKÖ çatısı altında toplandı ama bu çatı içindeki ağırlık Arafat’ın El-Fetih’inde oldu. İsrail’i tanımama ve tüm Filistin topraklarını kurtarma fikriyle başlayan mücadele zamanla daha dar taleplere sıkıştı. Arafat 15 Kasım 1988’de bağımsız Filistin Devletini ilan etse de, artık İsrail devletinin varlığını tanıyor ve Gazze ile Batı Şeria’da kurulacak bağımsız devletten bahsediyordu. Ancak Filistinin talepleri ne olursa olsun faşist İsrail devleti için durum Vladimir Jabotinsky’in sözlerindeki gibi, “Filistin Yahudilere ait olmalıdır. Etnik bakımdan temiz bir Yahudi devletinin yaratılması amacıyla gerekli yöntemlerin uygulanması her zaman zorunlu ve güncel olacaktır.” Bu anlayışla, her zaman Filistinin kurtuluşu için mücadele yürüten örgütlere yönelik ağır katliamlar gerçekleştirdiler. Hatta kimi zaman bu katliamlarda Arap devletleri bile kullanıldı. Örneğin 1967 savaşı sonrası sağlam bir üs bulmak için FHKC Ürdün’e sığındı. İsrail’in baskısı sonucu Ürdün, askerlerini FHKC gerilla kamplarına, Filistinlilerin yaşadığı alanlara sürdü. Kara Eylül olarak adlandırılan 1970 yılındaki bu saldırı sonucu en az 3 bin Filistinli katledildi. Emperyalizmin işbirlikçisi Arap devletlerinin içler acısı durumunun görülmesi bakımından önemli bir örnektir. Bu durum bölge ülkelerinin Filistin sorununa yaklaşımını da gösteriyor. Ancak işbirlikçilerin yaklaşımı ne olursa olsun Filistinliler her zaman işgale karşı direnişi kesintisiz sürdürdü. Tarih 9 Aralık 1987’yi gösterdiğinde Filistinliler taşlarla, sapanlarla 1. İntifadayı zulme karşı başlattı. Filistinli 4 kişinin katledilmesi üzerine başlayan İntifada ile İsrail faşizmine karşı kitlesel bir isyan oluştu. İntifadalar ile birlikte işgale karşı direniş her yaştan Filistinlinin ruhuna işledi. Yıllardır topraklarından koparılan, mülteci kamplarında “Filistin bizim vatanımız, bir gün mutlaka geri döneceğiz.” diyerek evlerinin anahtarlarını saklayan Filistinliler, mücadele tarihinde unutulmaz bir iz bırakacak ve devamı yıllar sonra yeniden gelecek süreci başlattılar.
Birinci İntifada sürecinde aynı zamanda HAMAS (İslami Direniş Hareketi) kuruldu. Radikal İslami düşünce etrafında Şeyh Ahmet Yasin liderliğinde kurulan HAMAS, İsrail devletinin varlığını bütünüyle reddediyordu. 90’lı yıllarda yapılan barış görüşmelerine de karşı çıkan HAMAS, İsrail’in Arafat tarafından tanınması ile hayal kırıklığına uğrayan kitlelerin öfkesini de arkasına almıştı. ABD arabuluculuğu ile İsrail Filistin arasında balta Oslo olmak üzere birçok görüşme yapıldı. Görüşmelerden milliyetçi Yahudiler de rahatsızdı. Hatta bu barış görüşmelerini yürütenlerden biri olan İsrail başbakanı Yitzhak Rabin, yine bir İsrailli tarafından öldürüldü. Bugün kısmen tanınmış bir Filistinden bahsedilse de siyonist İsrail, Gazze ve Batı Şeria’ı boşaltma amacından hiç vazgeçmedi. 2000 yılında İsrail başbakanı Ariel Şaron’un ziyaretinin ardından 2. İntifada başlatılmıştı. 6 Aralık 2017 tarihindeyse ABD başkanı Trump’ın Küdüs’ü “İsrail’in resmî başkenti” olarak tanımasıyla Filistinliler 3. İntifadayı gerçekleştirdi. Dönem dönem barış görüşmeleri yapılsa da ağır katliamlar yaşayanlar her zaman Filistinliler oldu.
ULUSAL MÜCADELENİN HAKLILIĞI
“Öncelikle şunun altını çizelim. Emperyalist işgal, ilhak ve sömürgeciliğe veya UKKTH için yürütülen bütün ulusal savaşların hepsi de (ister ulusal burjuvazi önderliğinde yürütülsün, ister Kemalistler ve Saddam gibi kompradorları veya 1921’in Afganistan kralı Emanullah Han önderliğinde yürütülmüş olsun) haklı ve ilerici savaşlardır. Bu tür savaşlar ilericiliğini haklılığından almaktadır. Haklılığın ana kaynağı ise bir ulusun kendi kaderini tayin hakkına yönelik tecavüz oluşturmaktadır. Bu tür hareketlerin hepsi bu gerçeklikten dolayı demokratik içerik taşımaktadırlar. Bu demokratik içerikten dolayıdır ki, söz konusu hareketlere karşı ayrılmalarından dolayı hiçbir zaman zor kullanılmaz. Desteklenip desteklenmemeleri ise somut duruma göre ele alınmalıdır” (Sınıf Teorisi Dergisi/Sayı: 2-Sayfa: 9)
Filistinde yürütülen ulusal kurtuluş mücadelesi kesintisiz olarak sürmeye devam ediyor. ABD emperyalizminin Ortadoğu’daki çıkarlarının koruyucusu olan ve karakol görevi gören İsrail jeopolitik açıdan kritik bir noktada olan Filistin’i bütünüyle ele geçirmeyi istiyor. Gazze kıta sahanlığı içerisindeki enerji kaynaklarını (doğalgaz, hidrokarbon vb) ve ticaret yolları açısından kritik varlığını düşündüğümüzde ulusal sorunun özünde pazar sorunu olduğunu daha rahat görebiliriz. İsrail yönetiminin konuya din sosu ekleyerek Tevrat’tan metinler, ayetler okumaları ekonomik temel gerçekliğini değiştirmez.
Bugün Filistinde Mahmut Abbas liderliğinde kukla bir yönetim vardır. Gazze’de HAMAS’ın, Batı Şeria’daysa El-Fetih’in hakimiyeti mevcut ve bu tabloda bütünlüklü bir Filistin görüntüsü olmadığı da açıktır. Bu parçalanmışlık ve Filistin’i grupların kendi aralarındaki rekabet, çatışmalar, ulusal kurtuluş mücadelesinin faşist İsrail devletine daha güçlü darbeler vurmalarını engelliyor.
7 Ekim’de başlatılan saldırı tek başına İsrail’in bütün güvenlik duvarlarını ve oluşturulan algıyı yıktı. Bu saldırı gerçekleştirilmeseydi ne olurdu? İsrail’in bu saldırının ardından bütün gücünü Gazze üzerine yığacağı bilinmeyen bir durum değildi. Filistin zaten adım adım yok ediliyordu. 7 Ekim saldırısı, sürecin öncesiyle birlikte ele alınmazsa geriye saldırılara dair komplo teorileri kalacaktır. Filistinlilerin ellerinde kalan topraklar basında “yerleşimci” olarak sunulan, esasında silahlı işgalciler olan gruplar tarafından İsrail desteğiyle zorla gasp ediliyordu. Bölgede silahlı işgalcilerin Filistinli sivillere işkence yaptıkları, onları öldürmeleri bir soruşturma konusu dahi olmuyordu. Filistinlilerin maruz kaldığı sorunlar bunlarla da sınırlı değil. Kendi topraklarında esir gibi yaşayan Filistinliler, İsrail sermayesi için ucuz iş gücünü de oluşturmaktadır. Herhangi bir güvencesi olmayan bu işçiler, İsrail açısından adeta modern köledir. En ağır işlerde karın tokluğuna çalışan işçiler keyfi tutuklama ve infazlarla da karşılaşmaktalar. 2023 yılı içinde İsrail ordusu ve işgalciler tarafından 203 Filistinli katledildi. Batı Şeria’da 2005 sonrası “en ölümcül yıl” tanımı yapıldı. 2005’ten 2023’e kadar binlerce Filistinli katledilmeye devam etti. 7 Ekim öncesine kadar 5250 Filistinli en ağır işkence koşullarında İsrail hapishanelerinde tutsaktı. Yani 7 Ekim eylemi bir anda ortaya çıkmadı. Adım adım yok oluşa karşı bir ses olmasının yanı sıra esarete karşı özgürlük direnişidir.
Faşist soykırımcı İsrail’in vahşi uygulamaları, karşısında sağlam bir direnişi de örmektedir. En son Gazze’de yaşananlar siyonist-faşist politikaların bir sonucudur. Başını HAMAS’ın İzzettin El-Kassam Tugaylarının çektiği ulusal direniş gruplarının İsrail’e karşı başlatmış oldukları “Aksa Tufanı” operasyonu meşru bir hamledir. Kimi çevreler HAMAS’ın “dinci” niteliğini öne çıkarıp direnişi zayıflatmaya, hatta kınamaya çalışsa da yaşananları Lenin’in UKKTH perspektifinden değerlendirenler açısından her şey son derece nettir. Filistinliler kendi kaderini tayin etme, devletini kurma hakkına sahip bir ulustur. Bir ulusal mücadeleye önderlik eden yapının niteliği bu olguyu gölgelemez. Zira, belirtmiş olduğumuz üzere savaşın ilericiliği haklılığından ileri gelmekte, demokratik muhteva taşımaktadır. Ayrıca bu HAMAS-İsrail çatışması değil, HAMAS önderliğinde oluşturulan, içerisinde kendisini devrimci olarak niteleyen grupların da yer aldığı ulusal cephenin halka dayanan direnişidir, Filistin-İsrail savaşıdır.
İsrail’i hedef alan 7 Ekim eylemi birçok açıdan önemlidir:
1) Her şeyden önce bu eylemle ABD emperyalizminin Ortadoğu’daki askeri üssü olan ve sürekli “güvenlik devleti şeklinde abartılan İsrail’in bütün sahte algısını altüst etti. Böylelikle başta Filistinlilere, bölge ülkelerine olmak üzere bütün dünyaya İsrail’in yenilebildiğini göstermiştir oldu.
2) Diyaloğu, barışçıl müzakereleri önceleyen, silahlı savaşı mücadelenin bütün evrelerinde reddedenlere silahlı direnişin bir sonuç verdiğini, dolayısıyla kurtuluş mücadelesinde silahların asla miadını doldurmayacağını, aksine hayati önemde olduğunu ispatladı.
3) Her türlü gericiliğin aslında kağıttan kaplan olduğunu, direnişle parçalanacağını ortaya koydu.
4) Başta Filistinliler olmak üzere dünyanın farklı bölgelerinde her türlü gericiliğe karşı savaşanlara umut oldu.
5) İsrail’e de destekçisi emperyalizme de dünyadaki direnişçilerin ortadan kaldırılamayacağının örneğini sundu.
6) İsrail’in otuz bine yakın sivili katletmesiyle faşist-soykırımcı gerçekliğini dünya halklarına bir kez daha göstermiş oldu.
Filistin özgülünde yaşananların kanıtladığı üzere; ezilen halkların öfkesinin örgütlü mücadeleyle, bu sürece sağlam önderlik edecek komünist partisi ile buluşması hayati önemdedir.