SİBEL ÖZBUDUN-TEMEL DEMİRER
“Ne güzel şey
senden gayrısını
tanımamak, takmamak.”[1]
Francis Fukuyama, 1989’da tarihin sonunu ilan ederek toplumsal sorunları “liberal demokrasi”nin erdemlerine havale ettikten bir süre sonra “İşçi sınıfının sonu”nu ilan edenlerin sonu geldi; işçi sınıfı (ve tarihi) hâlâ yerli yerinde.[2]
Şimdi David Harvey’in de işaret ettiği, kapitalizmin erken dönemlerinin “ilkel birikim”ine benzer bir şekilde “mülksüzleştirme yoluyla el koyma” gerçekliğine dayanan yıkıcılığı ve sürdürülemez özellikleriyle kapitalist distopyanın, işçi sınıfını ütopyasına nasıl dönüşeceği tarihin acil gündem maddesi!
Gerçekten de “Karl Marx haksız değildi, çoğu zaman haklıydı ama kendisinin inandığından bile fazla haklıydı.”[3]
Toplumun çoğunluğunu oluşturup zenginlikleri üretirken; kaybedecek bir şeyi olmayıp devrimci dönüşümüne katılabilecek yegâne güç olarak “İşçi sınıfı nedir, neye yarar?” sorusuna geçersek…
İşçi sınıfı alın teriyle betimlenir ve sermayenin sömürüsünün olmazsa olmazıdır…
İşçi sınıfı tarihsel açıdan son devrimci sınıfken; tekrarda yarar var: İşçi sınıfını işçi sınıfı yapan kapitalist üretim sürecinde tamamen mülksüzleşmiş olmasıdır. Buradaki mülksüzleşmeden kastedilen, üretim araçlarının mülkiyetinden yoksun olma halidir; “ama evi, arabası olan işçiler var” diyenler ise, gaflet içindedirler.
“İyi de işçi sınıfı neden devrimci” mi?
İşçi sınıfı tarihsel olarak devrimci bir sınıftır. Marksizm bunu öznel ve nesnel gerekçelere dayandırır.
İşçi sınıfının devrimci bir sınıf olması, nesnel olarak, tamamen üretim sürecindeki yeri ile ilişkilidir. Mevcut kapitalist üretim ilişkileri içinde üretim araçlarından yoksun kalan işçi sınıfı, üretimdeki ve sömürünün kaynağındaki “nesnel” konumu gereği tek devrimci sınıftır. Onu burjuvazinin kârını arttırmak üzere her daim daha uzun çalışma süreleri ve (göreli) daha düşük ücretlere mahkûm eden koşulları, ancak devrimci mücadelesiyle değiştirebilecektir. Bu nesnel konumun bilincinin oluşmadığı kesitte işçi sınıfı henüz “kendinde sınıf” olarak tanımlanır.
“İşçi sınıfının kurtuluşunun ancak işçi sınıfının kendi eseri olabileceği”ni[4] bir an dahi unutmadan, sınıfın (kendiliğinden) “edilgenliği”ne gelince; bu konuda “İnsanın kendi doğasına yabancılaşması kapitalist toplumun en temel kötülüğüdür,” der ve eklerdi Karl Marx: “Şeylerin dünyasının değer kazanması ile insanların dünyasının değersizleşmesi doğru orantılıdır…”
O hâlde işçi sınıfı hakikâti, “Devlet emeğin köleliğine dayanır. Eğer emek özgür olursa, devlet yok olur,”[5] zorunluluğunu bir an dahi göz ardı etmemelidir.[6]
Yani mesele işçi sınıfının tarihsel çıkarlarının farkına varması ile ilgilidir. Karl Marx bunun ancak karşıt sınıfla pratik bir mücadele içinde gelişebileceğini ifade etmiş ve yaşanan dönüşümün sonucunda “kendi için sınıf” hâline geleceğini vurgulamıştır.
İşçi sınıfının esas gücü toplumdaki ezici çoğunluğu oluşturması yanında, zenginliğin üreticisi olmasından kaynaklanır. Marksistler işçi sınıfı derken yalnızca sanayi işçilerini ya da kol işçilerini değil, geçinmek için işgücünü satmaktan başka çaresi olmayan ücretli çalışanların tamamını kastederler.
Uygarlığın yükünü omuzlarında taşıyan aklın, iradenin ve geleceğin isyanıdır işçi sınıfı; kolektiftir; “Prekarya” zırvası falan değil![7]
Evet, evet artık kolektif proletaryadan söz etme zamanıdır. Çünkü kendi içinde de katmanlara ayrılan, ortak yönleri, işletebilecekleri herhangi bir sermayeye sahip olmadan, sadece emekleri ve buna mukabil aldıkları ücret sayesinde geçimini sağlayabilmek olan herkestir, bütün bir emekçi insan(lık)dır artık proletarya…
İşçi sınıfının “son” devrimci sınıf olmasına gelince: ‘Komünist Parti Manifestosu’ okunursa görüleceği üzere, işçi sınıfının çıkarlarının kendisi dahil tüm sınıfları ortadan kaldırmak olduğu gerekçeleri ile ifade edilir. Mesele budur…
Evet işçi sınıfı, kapsamı mülkiyet ilişkileri ile belirlenmiş, mevcut düzene son verme potansiyelini “nesnel olarak” barındıran, gerçekleştireceği devrimin ardından üretim araçlarının özel mülkiyeti ilga edileceğinden kendisi dahil tüm sınıfları yok edeceği için “son” devrimci sınıftır. Çünkü işçi sınıfı kapitalizmin burjuvazi’nin karşı kutbudur.
“Proletarya, kendisini bir sınıf olarak ortaya koyacak kadar gelişmediği sürece, dolayısıyla proletaryanın burjuvaziyle olan mücadelesi siyasal bir nitelik kazanmadığı ve bizzat burjuva toplumu içinde, üretici güçler, proletaryanın kurtuluşu ve yeni bir toplumun kurulması için gereken maddi şartların varlığına işaret edecek kadar gelişmediği sürece bu teoriciler, ezilen sınıfların acısını dindirmek için hemencecik sistemler geliştiren ve ıslah edici bir bilim peşinde koşan ütopyacılar olarak kalırlar.
Fakat tarih, akışını sürdürdükçe ve proletaryanın mücadelesi daha açık bir biçim aldıkça bunlar artık kendi kafalarında bir bilim aramak zorunda kalmazlar; sadece gözlerinin önünde olup bittiğini gözlemlemeleri ve kendilerini onu açıklamanın aracı olarak kullanmaları gerekir. Bir bilim aradıkları ve sistemler yaratmaya çalıştıkları, mücadelenin başlangıcında oldukları sürece, sefalette yalnız sefaleti görürler, fakat bunun eski toplumu yıkacak olan devrimci ve yıkıcı yanını farketmezler. Fakat bu andan itibaren, tarihsel hareket tarafından yaratılmış olan ve kendini bilinçli olarak bu hareketle birleştiren bilim, doktriner olmaktan çıkar ve devrimci hâle gelir.”[8]
Karl Marx’ı işaret etti güzergâhta “mülksüzleştirenlerin mülksüzleştirilmesi”, V. İ. Lenin’in, ”Eğer işçiler, somut ve güncel politik olaylar ve olgular temelinde diğer toplumsal sınıfların her birini entelektüel, moral ve politik yaşamlarının bütün tezahürleri içinde gözlemlemeyi öğrenmezlerse nüfusun bütün sınıf, katman ve gruplarının yaşam ve faaliyetlerinin bütün yönlerinin materyalist tahlil ve materyalist değerlendirmesini pratikte uygulamayı öğrenmezlerse, işçi kitlelerinin bilinci gerçek bir sınıf bilinci olmaz,” diye tanımladığı sınıf bilinçli bir yaratıcı yıkım (yani devrim) edimidir.[9]
Özetle işçi sınıfı kapitalizmin sınırlarını aşamazsa var olamaz/ kurtulamaz!
Çünkü Karl Marx’ın işaret ettiği gibi, “İnsanlık tarihinin ortak noktası çalışanların hep yoksul olması çalışmayanların ise zenginleşmesidir.”
“Yoksulluğu azaltmadan zenginliği arttıran ve suç işleme bakımından, sayılardan daha hızlı artış gösteren bir toplumsal sistemin özünde çürümüş bir şeylerin olması gerekir.”[10]
“Daha iyi giysiler ile yiyecekler, daha iyi muamele görmek ve efendinin bağışladığı daha geniş bir toprağa sahip olmak, kölenin sömürülmesini ne derece ortadan kaldırırsa, ücretli işçininkini de işte o kadar kaldırır.”[11]
“Kapitalist toplumda, her türlü yola başvurularak kâr elde etmek hedeflenir. Bu toplumda doymak bilmeyen bir canavar gizlenmektedir.”[12]
* * * * *
Kolay mı?
Ekonominin tüm yükünü sırtlayan onlar… Çarkları döndüren de onlar. Yani işçiler, emekçiler…
İnsanın emeği üzerinden yükselir kapitalizm. Emeğin karşılığı da “ücret” adı altında ödenen açlıktır.
“Ücret” elbette emeğinin karşılığı değildir… Çünkü işçiye verilen ücret, artı değere el koyan kapitalistin kârı düşüldükten sonra ödenen kırıntıdır.
Bu durum hâlâ sürüyorken; işçilerin, emekçinin gelirinin milli gelirdeki payı sürekli düşüp; adaletsizliği, toplumsal eşitsizliği körüklüyor.
Dünyanın her yerinde böyle bu; coğrafyamızda da olduğu gibi…
Uluslararası Çalışma Örgütü’nün (ILO) verilerine göre 1970’lerin sonlarından beri 133 ülkenin 91’inde, milli gelirleri içinde ücretlilerin payı sürekli olarak düştü.
Yine ILO’ya göre yerkürede her yıl 3.2 milyondan fazla insan iş kazaları ve işle ilgili hastalıklar yüzünden ölüyor.[13]
Sömürünün derinleşerek yaygınlaştığı düzlemde yoksulluğun artıp, toplumsal eşitsizliklerin devasa özellikler kazanması şaşırtıcı değil.
Ancak bu hâlin alternatif bağlamda büyük olanaklar sunduğu da madalyonun öteki yüzünü teşkil ediyor.
Yerkürenin Güneyi (periferi ile semiperiferi) ile birlikte coğrafyamız XXI. yüzyıla büyük proleterleşme dalgası ile girdi. Örneğin coğrafyamızda istihdam edilenlerin yüzde 71’i ücretli; toplamı yüzde 25’i bulan esnaf ve ücretsiz aile işçilerinin önemli bir bölümü de sermayenin doğrudan nüfuzu ve gerçek denetimi altında yaşamlarını sürdürmektedirler. 2010’da istihdam edilenlerin yüzde 60’ının ücretli, kendi hesabına çalışan (yüzde 21) ve ücretsiz aile işçisi (yüzde 13) toplamının da yüzde 34 olduğu düşünüldüğünde, ücret rejimine tabi olarak yaşayanların sayısının toplumundaki payı ve gelişmenin yönü daha iyi anlaşılabilir.[14]
Ancak işçiler her düzeyde örgütsüzlükten malûldür (ve sendikal “örgütlülüğü” de tartışmalıdır[15]!) İşçi sendikalarına ilişkin 28 Ocak 2022 tarihli Resmi Gazete verilerine göre sendikalı işçi sayısı 2 milyon 190 bin, sendikalaşma oranı ise yüzde 14.3’tür. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı verileri 15 milyon 294 bin kayıtlı işçiye dayanıyor.[16]
Acilen aşılması gereken söz konusu negatif hâlde yapılması gereken; işçi sınıfının birçok cepheyi içeren eylem(ler)ini kalıcı örgütlenmelere dönüştürüp, birleştirerek[17] onları siyasallaştırmaktır.
Unutulmasın kapitalist vahşet koşullarında işçi sınıfının varlığı, karşı sınıf karşısında kimliğini, gücünü ortaya koyan itirazı, karşı koyuşu, devrimci praksisiyle anlam kazanır. Yani işçiler sınıf mücadelesi dahil oldukça, aktif örgütlü rol(ler) üstlendikçe sınıf kimliği biçimlenip, ortaya çıkar.
* * * * *
Altını çizdiklerimizden hareketle, “Cumhuriyet” tarihi işçi hareketlerine göz atarsak…
Coğrafyamızda Haziran 1946’da sınıf esasına göre dernek kurma yasağı kalktıktan sonra sendikal örgütle, sosyalist partiler kuruldu. Ancak altı ay sonra, Aralık 1946’da İstanbul Sıkıyönetim Komutanlığı sendikaları, sosyalist partileri kapattı. Ardından da grev hakkı olmayan, sendikalara siyaseti yasaklayan sendikalar kanunu 1947’de çıkarıldı. Söz konusu mantık(sızlık)ın ürünü olarak 1952’de Türk-İş kuruldu.
Türkiye İşçi Partisi (TİP) 1961’de kuruluşuyla bağıntılı olarak Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu (DİSK) ise 1967’de kuruldu.
1961 Anayasası’nda toplu sözleşme ve grev hakkının tanınacağı; bu haklarla ilgili yasal düzenleme yapılması öngörülüyordu. Ancak yasal düzenlemeler gecikince huzursuzluk başladı. İşçiler çeşitli tepkiler ortaya koydu.
31 Aralık 1961’de İstanbul İşçi Sendikaları Birliği Saraçhane’de (İİSB) 100 bini aşkın işçinin katıldığı miting düzenleyip; grev ve toplu sözleşme yasalarının bir an önce çıkarılması istendi. Söz konusu miting işçi sınıfının gücünü ve etkinliğini ortaya koydu.
Ayrıca 1963’de henüz grev ve toplu sözleşme yasalarının çıkmadığı dönemde, Maden-İş üyesi işçiler Kavel Kablo Fabrikası’nda greve çıktı.[18] Patronlar, yasa çıkmamasına karşın toplu sözleşme imzalamak zorunda kaldı.
Kavel Grevi üzerine TBMM ilgili yasaları çıkarmak zorunda kaldı. 274 sayılı Sendikalar Kanunu ve 275 sayılı Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Kanunu 24 Temmuz 1963’de yürürlüğe girdi. Yasaya konulan ek bir madde ile de Kavel grevinde tutuklanan işçilerin serbest bırakılması sağlandı.
1906’da Cibali[19] tütün fabrikasındaki grev ile emek tarihine bir kapı açılırken tam 60 yıl sonra 1966 Paşabahçe Grevi[20] vd’leriyle yeni dönemde işçi hareketi dinamik bir sürece girdi. Grevli toplu sözleşmeli haklar, Türkiye İşçi Partisi ve DİSK’in kuruluşu, sınıf mücadelesini belli bir aşamaya getirdi. İşçi hareketi dinamik bir sürece girdi. Bu arada TİP’i kuran sendikacıların tümü İİSB yöneticisi konumundayken; TİP’li sendikacılar, 1967’de DİSK’in kuruluşuna öncülük ettiler.
Özetle 1960’ların ikinci yarısında büyük bir uyanış ve siyasallaşma süreci yaşandı. Bu bağlamda bir ‘68 işçi kuşağından söz etmek mümkündür. Örneğin “1969 Ağustos’unda, Koç’un Türk Demir Döküm tesislerindeki 2.300 işçi, ‘işgal’ eylemine girişti. Bu sırada doğu mitingleri başlamıştı. ‘Açlık ve Yoksulluk’ ya da ‘Uyanış’ adındaki bu mitingler, daha sonra, Varto, Hilvan, Van, Siverek gibi yörelerde ‘Kürt sorunu’na dönüştü,”[21] der Cüneyt Arcayürek…
Kolay mı? 1960’ların başlarında görkemli Saraçhane Mitingi ile başlayan yükselişin ivmesi, 60’lar boyunca yükseldi. Özellikle 1960’lardaki yükselişini 15-16 Haziran 1970 direnişiyle tamamladı. ‘68’in işçi kuşağı 1970’lerdeki işçi sınıfının yükseliş dalgasının da yükünü sırtladılar. Anti-emperyalist gösterilerden fabrika işgallerine, grevlere, direnişlere, Kavel’den 15-16 Haziran’a kadar onca eyleme ve mücadeleye imza atıp, bedel ödediler.
Evet 68’in işçileri, sendikal ve politik mücadele içersinde bilinç düzeylerini yükseltirken bir yandan da ağır bedeller ödüyorlardı. Büyük çoğunluğu yoğun bir işsizlik yaşıyor, eylemlerde öncü pozisyonunda oldukları için işten çıkarılmaları mukadder oluyor. Zafer Aydın’ın deyimi ile “Her daim topun ağzında olan” birçok militan işçi, bu mücadelelerin sonunda işsiz kalıyordu.[22]
12 Mart 1971 ve özellikle 12 Eylül 1980 askeri darbesinde ağır işkencelere uğruyorlar. İşsizlik, işten çıkarılma, yoksulluk, yargılanmalar, işkenceler, hapislikler, onları yıldırmıyor, davalarına olan inanç, sosyalizme olan bağlılıkları, sürüp gidiyor.
Öte yandan 68’in işçileri, 1965-1970 kesitindeki fabrika eylemlerinde ciddi bir deneyim kazanarak 15-16 Haziran 1970 büyük direnişinde önemli görevleri yerine getiriyorlar, işçi kitlesine önderlik ederek tabanın harekete geçmesini sağlıyorlar. 1980 öncesi DİSK’in sendikal eğitimleri de işçilerin sınıf bilincine ulaşmasında önemli bir etken oluyor. Militan işçiler, 1976’daki Devlet Güvenlik Mahkemeleri (DGM) direnişinde, 20 Mart 1978 Faşizme İhtar Eylemi’nde, 1 Mayıs’larda aktif bir rol oynuyorlardı.[23]
* * * * *
1967’de DİSK’in kurulmasıyla birlikte işçi sınıfı mücadelesi daha etkin bir hâle geldi. 15-16 Haziran 1970’de işçi sınıfı tarihinin en önemli olaylarından biri gerçekleşti.
Demirel Hükümeti, sendikal örgütlenmeyi kısıtlamak amacıyla yüzde 33’lük bir baraj getiriyordu. Sendikal örgütlenmeyi kısıtlayan 1317 sayılı yasaya karşı 150 bin işçi İstanbul ve Kocaeli’nde harekete geçti, fabrikalar işgal edildi. 15-16 Haziran başkaldırısı, sendikal bilinçte niteliksel bir sıçramayı gösterirken; hemen her şeyi sorgulayarak yeniden biçimlendiren bir kilometre taşı oldu.
DİSK, 1967-1970 kesitindeki mücadelesiyle işçi sınıfının toplumsal güçleriyle büyük ölçüde birleşmişti. Anti-emperyalist savaşımın yükseldiği dönemde devrimci gençliğin okul işgalleri, direnişleri; köylülerin toprak işgalleri; işçi sınıfının grev ve fabrika el koyması toplumsal muhalefetin ölçeğini genişletti. Burjuvalar, bu mücadeleden ürkmüştü. Zamanın Genel Kurmay Başkanı Orgeneral Memduh Tağmaç, “Sosyal bilinçlenme, ekonomik gelişmeyi aştı,” dedi ve ardından da 12 Mart 1971 muhtırası geldi.
12 Mart 1971’le işçi sınıfı yeniden baskı altına alındı. İşçi sınıfı devrimcileri devasa bir teröre maruz kaldı.
Yeniden toparlanma sürecinde Başbakan Süleyman Demirel’in MC Hükümeti, 1976’da DGM Yasası’nı çıkarmaya yeltendi. Söz konusu yasa, demokratik hak ve özgürlüklerin kısıtlanmasını öngörüyordu. DİSK, Eylül 1976’da üç günlük bir direniş ilan ederek DGM yasasına karşı iş bırakma eylemi yaptı. Sonuçta DGM yasası, kanunlaşmadı.
Coğrafyamızın dört yanında işçi sınıfı hareketi ivme kazanırken; bunun önünü kesmek için kontrgerilla/ CIA patentli 1 Mayıs 1977 katliamı tezgâhlanıp; yüz binlerin toplandığı Taksim Meydanı’nda 34 kişi (kayıtlarda geçmeyen sadece isimleri bilinenlerle 41 kişi) katledildi.
Coğrafyamızdaki ekonomi-politik soru(n)larla sınıflar mücadelesi keskinleşirken; DİSK, 1979-1980’de MESS grevlerini örgütledi;[24]“Emekçinin ve üreticinin örgütlenmesi olarak Tariş Direnişi kırsalın kentle buluşması”[25] biçiminde tanımlanan Tariş Direnişi boy verdi. “Tariş direnişi, bir bakıma, 24 Ocak kararlarına karşı da bir başkaldırıydı. Tariş Direnişinin bir diğer önemli yönü de, fabrikaların dışına taşıp dalga dalga yayılarak geniş kitlelere ulaşması ve tüm kenti, bölgeyi kapsamasıydı.”[26]
Tam da böyle bir tabloda “Our Boys/ Bizim Oğlanlar”, işçi sınıfı ve devrimcilere karşı 12 Eylül Darbesi’nin devreye soktular.
* * * * *
12 Eylül 1980 darbesinin ardından sendikalara yeniden siyaset yasağı getirildi. Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu’nun (TİSK) genel kurulunda talep edilen ve işçi hareketine darbe vuran değişiklikler, büyük ölçüde 1982 Anayasası’nda yer aldı.
Vehbi Koç’un ricasıyla -1980 öncesinde MESS (Metal Sanayicileri Sendikası) başkanlığı yapan- Turgut Özal, 12 Eylül cunta hükümetinde de ekonomiden sorumlu Başbakan Yardımcılığı görevine getirildi.
Denilebilir ki 12 Eylül ile sermaye, işçi sınıfından intikamını aldı; sendikal örgütlenmeye yüzde 10’luk baraj getirdi. Hak grevi yasaklandı. Kıdem tazminatına sınır kondu. Sendikaların siyasal yaşama katılması engellendi. Faaliyetler denetime alındı…
İşçi hareketi, 1980 Darbesi’ne kayda değer bir tepki gösterememesine karşın, süreç içinde yavaş yavaş canlanıp, toparlanırken; 1980-1988 kesitinde sendikal direnişler de boy verdi.
Örneğin 1986’da bağımsız Otomobil-İş Sendikası’nın örgütlü olduğu Netaş işyerinde 2.500 civarında işçinin katıldığı grev üç ay sürdü. Bu 12 Eylül yasalarına karşı ilk ciddi tepkiydi.
Sonrasında 1989 Bahar eylemleriyle de iktidardaki Özal’ın ANAP’ına karşı ciddi tepkiler oluştu.
Bahar eylemlerinin ardından 1991’de Zonguldak Büyük Madenci Grevi ve Yürüyüşü, ANAP iktidarını iyice sarstı.
Bahar Eylemleri, 12 Eylül askeri yönetimi döneminde çıkarılan sendikal yasalarla işçi hak ve özgürlüklerinin kısıtlanmasını ve toplumsal gelir dağılımında işçi sınıfı aleyhine yaratılan gerilemeye bir tepkiydi. Ayrıca da Tük-İş’teki birçok sendikada daha mücadeleci kadroların işbaşına gelmesine de yol açtı. Türk-İş genel merkez yönetimi de değişti.
Başbakan Tansu Çiller, 5 Nisan 1994’de yeni bir istikrar programı açıkladı. Çok sayıda işçi, memur yapılacakken; işçilerin ikramiye hakları, lojman ve servis olanakları ellerinden alınıyordu.
Kasım 1994’te 100 bini aşkın işçi, Ankara’nın Tandoğan Meydanı’nda toplandı. Meclise yürüdü.
1995’te özellikle kamu kesiminde önemli grevler yaşandı, 200 bin kişi greve çıktı. İşçi sınıfı tarihi açısından 1995’de, işçi sayısı açısından greve katılımın en fazla olduğu yıldı. 16 Ekim 1995’te Ankara’daki büyük miting, Tansu Çiller Hükümeti’nin güvenoyu almayıp düşmesinde etkili olmuş bir eylemdi.
1995’de Kamu Emekçileri Sendikaları Konfederasyonu’nun (KESK) kurulması da, emek hareketinde kamu çalışanlarının ağırlığının artmasına yol açtı.
Sonrasında İşçi ve memur konfederasyonları Türk-İş, DİSK, Hak-İş, KESK, Türkiye Kamu-Sen ve Memur Sen, 14 Temmuz 1999’da Emek Platformu adında bir birliktelik oluşturdu. Platforma daha sonra meslek ve emekli örgütleri de katıldı.
24 Temmuz 1999’da de Mezarda Emeklilik Yasası’na karşı Emek Platformu’nun talebi üzerine 400 bin dolayında emekçi Kızılay Meydanı’nda toplandı. Bu gelişme karşısında Meclis’teki görüşmeler durduruldu. Ancak 17 Ağustos 1999 depremi sonrasında Ecevit’in başbakanlığında DSP, ANAP ve MHP’den oluşan koalisyon hükümeti, depremi fırsat bilerek bu yasayı çıkarttı.
2002’de iktidara gelen AKP, 2008’de Dünya Bankası ve IMF’nin istekleri doğrultusunda sosyal güvenlik yasasında köklü değişikler yaptı; emekçiler açısından ciddi hak kayıpları oluştu. Sınıf üzerindeki baskı ve manipülasyonlar tırman(dırıl)dı…
2008 ve 2009 yıllarında başta DİSK olmak üzere emek ve meslek örgütlerinin mücadelesi sonucu, 1 Mayıs İşçi Bayramı 2010’da yasal hâle geldi ve 32 yıl aradan sonra da Taksim’de kutlandı. Ancak 2013’ten itibaren Taksim’de kutlanması, AKP tarafından tekrar yasaklanırken; “TEKEL Direnişi herkesin nefesine nefes olan direniş”[27] olarak çıkageldi.
1980 darbesinden ardından hızla uygulamaya konan neo-liberal politikalara karşı önemli direnişlerden birisi, AKP’nin TEKEL’i yabancı sermayeye satmak istemesine karşı 2009’da başlayıp, 78 gün süren TEKEL direnişi oldu.
Emek düşmanı, sermaye yanlısı neo-liberal politikaların uygulayıcısı siyasal İslâmcı AKP, kamu kurumlarını “elden çıkarırken” TEKEL’de ciddi bir direnişle karşılaştı.
15 Aralık 2009’da Türk-İş’e bağlı Tekgıda-İş Sendikası’na üye TEKEL işçilerince Ankara’da başlatılıp, 4 Şubat 2010’da çadırların söküldüğü -1980 sonrasının en büyük iş bırakma eylemiyle yaygınlaşan- TEKEL Direnişi, sosyal ve ekonomik hak mücadelelerinin sınıf ekseninde bir araya gelmesinde önemli bir tarihsel deneyimdir.
“TEKEL’e kadar meydan işgali, fazlaca kullanılan bir eylem biçimi değildi,” diyen Özgür Müftüoğlu’na göre, TEKEL Direnişi’nden çıkarılacak önemli dersler varken; “Bu tarihi direniş hâlâ yol gösteriyor.”[28]
Sınıf ekseninde hak mücadelesi olarak TEKEL işçisinde de sosyalistlere, komünistlere bakış açısı değişmeye başladı. Şöyle ki; yaşadığı olaylardan etkilenen Malatya TEKEL işçisi Hasan Topal, CNN Türk Televizyonu’nda yayınlanan bir röportajda şunları söylüyordu: “Ben 5 vakit namazımı kılarım. Burada da komünist olduk Artık 5 vakit komünistim.”[29]
TEKEL direnişi, kuşkusuz işçi sınıfı tarihinde önemli bir eylemdi. Çünkü bu direniş, tüm bu faktörlere karşın sosyal ve ekonomik hak mücadelelerinin sınıf ekseninde bir araya gelmesinde önemli bir tarihsel deneyimdi.[30]
* * * * *
TEKEL sonrasındaki gelgitlerle işçi sınıfı mücadelesi, “Metal Fırtına”dan Greif’a, Sinbo’ya dek muhtelif direniş deneyimleriyle boyutlanırken; 2022 başında Ferplas, Yemeksepeti, Yurtiçi Kargo, Çimsataş, Oppo, BBC, Türk Metal, Kayı İnşaat işçileri, Uğur Tekstil, Özak Tekstil, Mitsuba, Carrefour, A101, Şok, Alpin Çorap, Polibak, Hepsijet, Scotty, Kızılay Maden Suyu, Banabi, Divriği Maden, Trendyol, Uzel, Tüvtürk, Çınartaş, Şişli Belediyesi İGA, İstanbul Finans Merkezi, Bakırköy Belediyesi, Emekliler Flomak, Sinbo, Akkuyu Nükleer Santrali, Aras Kargo, Sürat Kargo, Aksa Jenaratör, Şimşek Çorap, Erdal Çorap, Digitürk, Farplas, Migros Depo, Lila Kağıt, NBG Çorap, Azim Çorap, Beks Çorap, vd’leriyle birlikte işçi sınıfının dipten gelen dalgasının iyice yüzeye çıkmaya başladığına tanık olduk…
Tarihin sıkıştığı, sıkıştıkça da patlama emarelerinin boy verdiği ufukta yapılması gerek ilk şey başkaldırıyı sadece pratik planda değil, teori alanını da içeren devrimci praksis olarak algılamak ve uygulanır.
Bunun yanında işçi sınıfının kapitalizme karşı devrimci bir mücadele yürütebilmesi için bu bilinç ve örgütlülük eşiğinin aşılması da zorunludur.
Özetle kapitalizmin derinleşen tarihsel krizinin yarattığı yıkıcı sonuçların tetiklemesiyle, sınıfın öfkesinin büyüdüğü ve bu haklı öfkenin dünyanın çeşitli noktalarında patlamalı isyanlara dönüştüğü yeni bir süreci yaşıyorken; işçi sınıfını yok saymak, tarih sahnesinden kovmak veya kimliği belirsiz bir “orta sınıf” tanımlaması içinde eritmek isteyenlere inat tarihin işçilere göreve çağırdığını unut(tur)mamalıyız.
Böylesi bir eşikte V. İ. Lenin’in, “Eğer işçiler, somut ve güncel politik olaylar ve olgular temelinde diğer toplumsal sınıfların her birini entelektüel, moral ve politik yaşamlarının bütün tezahürleri içinde gözlemlemeyi öğrenmezlerse; nüfusun bütün sınıf, katman ve gruplarının yaşam ve faaliyetlerinin bütün yönlerinin materyalist tahlil ve materyalist değerlendirmesini pratikte uygulamayı öğrenmezlerse, işçi kitlelerinin bilinci gerçek bir sınıf bilinci olmaz,”[31] uyarısını (ve devrimci praksisini) kulak ardı etmemeli ve Hasan Hüseyin Korkmazgil’in dizeleri her daim yüksek sesle telaffuz etmeliyiz:
“Vatan topraksa eğer/ ormansa nehirse madense vatan/ işçiyse köylüyse aydınsa vatan/ yani yapıp yaratmaksa herşeyi yenibaştan/ sevmeyi yenibaştan/ alkışı yenibaştan/ bir hesabı vardır bunun sorulur/ bu hesabı soracaklar bulunur”!
12 Nisan 2022, 22:34:54, İstanbul.
N O T L A R
[*] Kaldıraç, No: 250, Mayıs 2022…
[1] Ahmed Arif.
[2] Bkz: i) Temel Demirer, İşçi Sınıfının 1 Mayıs ve Tek-el Ders(ler)i”, Newroz, Yıl:4, No:128, 15 Nisan 2010… ii) Temel Demirer, “İşçi Sınıfı, ‘Kürtleşmesi’ ve ‘Ulusal İstihdam Stratejisi’…”, Newroz, Yıl:6, No:213, 22 Haziran 2012… iii) Temel Demirer, “Türkiye İşçi Sınıfının -Güncel- Hâli”, Kaldıraç, No:153, Mart 2014… iv) Temel Demirer, “Ekmek(sizlik), Adalet(sizlik) ve İşçi Sınıfı”, Almanak 2014 Analizleri, SAV Yay., 2015… v) Temel Demirer, “Güncelden Tarihsele İşçi Sınıfı”, SAV, Almanak 2015 Analizleri, SAV Yay., 2016… vi) Temel Demirer, “İşçi Sınıfının ‘Bugün’ünde Sendika(lar)”, Kaldıraç, No:205, Ağustos 2018… vii) Temel Demirer, “2019: Yerkürede ve Coğrafyamızda İşçi Sınıfı(mız)”, Kaldıraç, No: 214, Mayıs 2019… viii) Temel Demirer, “15-16 Haziran İşçi Sınıfınındır; Öğreten Tarihimizdir”, Kaldıraç, No:228, Temmuz 2020… xi) Temel Demirer, “… ‘İşçi Sınıfı’ Deyince”, Kaldıraç Dergisi, No:232, Kasım 2020… x) Temel Demirer, “Kriz, Saldırı(lar) ve Sınıf Savaşımı”, Newroz, Mart 2022…
[3] Slavoj Zizek, “Bugün Marx’a Başvurmak: Demir Atma Hareketini Yinelemek”, 19 Ekim 2018… https://sendika.org/2018/10/bugun-marxa-basvurmak-demir-atma-hareketini-yinelemek-slavoj-zizek-514526/
[4] Karl Marx-Friedrich Engels, Komünist Manifesto, çev: Tanıl Bora, İletişim Yay., s.31.
[5] Karl Marx-Friedrich Engels, Alman İdeolojisi [Feuerbach], çev: Sevim Belli, Sol Yay., 1976.
[6] Bir şey daha: “Kara tenlinin emeği damgalandığı müddetçe beyaz tenlinin emeği özgürleşemez.” (Karl Marx, Zincirlerimizden Başka Kaybedecek Neyimiz Var!, çev: Peren Demirel, Zeplin Yay., 2016.)
[7] “… ‘Çalışan yoksullar’ ya da ‘güvencesiz işçiler’ dünyada yeni bir kavramla ifade ediliyor. Prekarya… Bu kavramı ortaya atan Guy Standing’e göre esnek ve güvencesiz çalışma yeni dönemin mayını… Bir zamanlar hayal olan uzaktan çalışma artık bir gerçek… Standing gelecek için bu sosyal kesimi ‘tehlikeli sınıf’ olarak tanımlıyor. ‘Onurlu bir yaşam kabiliyeti’ kazandırılması gerektiğini söylüyor. Çare işlevsiz kalan bu insanlar için onurlu yaşayabilecekleri bir temel gelir verilmesi.” (Jale Özgentürk, “Artık Herkes Prekarya”, Cumhuriyet, 18 Aralık 2020, s.10.)
[8] Karl Marx, Felsefenin Sefaleti, Çev: Ahmet Kardam, Sol Yay., 2011.
[9] Temel Demirer, “Türkiye İşçi Sınıfının -Güncel- Hâli”, Kaldıraç, No:153, Mart 2014.
[10] Karl Marx, Zincirlerimizden Başka Kaybedecek Neyimiz Var!, çev: Peren Demirel, Zeplin Yay., 2016. s.27.
[11] Karl Marx, Kapital, Sermayenin Üretim Süreci, Cilt: I, çev: Alaattin Bilgi, Sol Yay., 1965, s.634.
[12] Karl Marx, Kapital, Cilt II: Sermayenin Dolaşım Süreci, çeviren: Alaattin Bilgi, Sol Yay., 1976.
[13] Özlem Yüzak, “İşçi Olmak… Yeni Bir 1 Mayıs Daha”, Cumhuriyet, 30 Nisan 2021, s.11.
[14] Metin Özuğurlu, “Mücadelede Sınıflaşanlar…”, Birgün Pazar, Yıl:18, No:778, 6 Şubat 2022, s.9.
[15] “Geleneksel sendikaların devlete ve işveren derneklerine bağımlı olduğunu belirten Rusya Emek Konfederasyonu (KTR) Genel Başkan Yardımcısı Pavel Kudyukin’e göre, kesin tedavi hükümetten ve işverenden bağımsız sendikalar kurulmalı.” (Olcay Büyüktaş, “Pavel Kudyukin: Sendika Nihilizmiyle Savaş”, Cumhuriyet, 13 Şubat 2020, s.10.)
[16] Aziz Çelik, “Sendikalaşma İç Açıcı Değil!”, Birgün, 31 Ocak 2022, s.5.
[17] “Yanlış hesap yapıyorsun yoldaş,/ ‘Bana ne gerek var’ dediğinde./ ‘Ben olsam da olur, olmasam da’/ dediğinde/ ‘Bir kişi az olmuş,/ fazla olmuş ne fark eder’ dediğinde!/ ‘Yeter artık, hep benim nerede/ olduğumu,/ Ne yaptığımı sormayın/ Ben ha olmuşum, ha olmamışım,/ ben kimim ki?’ dediğinde/ hesabın yanlış yoldaş,/ sen, tam da sen/ lâzımsın bize!
Yanlış hesap yapıyorsun yoldaş,/ ‘Bana ne gerek var dediğinde…/ Bu grevde/ Ben olmuşum, ya da olmamışım,/ Ne fark eder’ dediğinde/ ‘Grevin zaferi/ Bana bağlı değil’/ dediğinde/ ‘Ben sizinle olsam ne olacak,/ Bana gerek yok, bensiz de olur’ dediğinde/ Hesabın yanlış yoldaş,/ Sen, tam da sen/ Lâzımsın bize!
Yanlış hesap yapıyorsun yoldaş,/ ‘Bana ne gerek var’ dediğinde…/ ‘Binlerce insan sokaklara/ döküldüğünde/ ben de yürüsem ne olur,/ yürümesem ne olur,/ bensiz de olur ‘/ dediğinde/ ‘İki bacak daha fazla, ya da daha/ eksik olmuş/ fark etmez’ dediğinde/ Yanlış hesap yapıyorsun yoldaş,/ ‘Bana ne gerek var’ dediğinde…
Hesabın yanlış yoldaş,/ Tam da, bugün lâzımsın sen,/ tam da sen lâzımsın bize!/ Yanlış hesap yapıyorsun yoldaş,/ ‘Bir kişiye bağlı değil bu iş/ Olsam da olur, olmasam da’ dediğinde/ Sen, tam da sen lâzımsın bize
Eğer sen yürümezsen,/ Sen evinde oturup/ Diğerlerinin senin gibi düşünmediğini/ düşünürsen/ O zaman yapılmasını gerekli gördüğün/ iş yarım yapılacaktır./ Sen, tam da sen yoldaş, lâzımsın bize!
Yanlış hesap yapıyorsun yoldaş,/ Hesap sana karşı bir hesap./ Bu hesap, sen, ‘bensiz de olur’ dediğinde/ Çarşıya uymaz bir hesap./ Bu hesap Bağdat’tan dönüp/ Senin önüne ödetilmek üzere/ Konulacak bir hesap yoldaş./ Bugün henüz vakit çok geç değil./ Bugün yanlış hesabı düzeltebilirsin henüz.
Yoldaşlar,/ Her biriniz, tek tek/ lâzımsınız bize./ Sen, sen, sen, sen,/ hepiniz./ Olmaz sizsiz!” (Johannes R. Becher, “Hesabın Yanlış Yoldaş, Sen Bize Lâzımsın!”, 1932)
[18] “İşime karım dedim, karıma Kavel diyeceğim./ Ve soluğum tükenmedikçe bu doyumsuz dünyada,/ Güneşe karışmadıkça etim/ Kavel Grevcilerinin türküsünü söyleyeceğim.
Ve izin verirlerse Kavel Grevcileri,/ İzin verirlerse İstinyeli emekçi kardeşlerim,/ İzin verirlerse Kavel Grevcileri,/ Ve ben kendimi tutabilirsem eğer sesimi tutabilirsem/ O çoban ateşinin yandığı yerde Kavel’de,/ O erkekçe direnilen yerde, Kavel’de/ Karın altında nişanlanıp dostlarımın arasında/ Öpeceğim nişanlımı Kavel kapısında
Ve izin verirlerse İstinyeli emekçi kardeşlerim/ İzin verirlerse Kavel Grevcileri/ İlk çocuğumun adını Kavel koyacağım.” (Hasan Hüseyin Korkmazgil, Kavel, Bilgi Yayınevi, 1963.)
[19] “Cibali dendi mi/ aklıma siz gelirsiniz, kadınlar,/ kiminizin beş çocuğu,/ kiminizin nar gibi yanakları var,/ kiminiz kocasız kalmış,/ kiminiz ihtiyar,/ kiminiz daha körpe henüz./ Bana umulmadık,/ eskimiş türküler düşündürür/ siyah başörtüsü altında yüzünüz.
Parmaklarda tütün kokusu./ Tütün kokusu pazen entarilerde./ Biriniz ekmek alır fırından,/ biriniz durmuş öksürüyor ilerde,/ geçiyor bizim mahalleden biriniz.
Cibali dendi mi/ aklıma siz gelirsiniz, kadınlar./ Çarpık ayakkabılarınız gelir/ ve kahraman elleriniz.” (A. Kadir.)
[20] “İş bırakımı durdurdu onlar,/ Ağadır, efendidir, dur uzun uzun,/ Bir davuldur gökler gün doğar iken,/ Bir aldır, bir mavidir vur uzun uzun./ Paşabahçe direncini bozdular
El elden büyüktür diye kızdılar./ Bin kazanır birini vermez sana,/ Alacağın nicedir, kur uzun uzun,/ Gel de dayan bitme, çökme, erime,/ Kara bıyıklarını bur uzun uzun./ Paşabahçe direncini bozdular,
Aya değen uçurtmasını çözdüler./ Bu yan onlarındır, öte yan senin,/ İnermiş toprağa nur uzun uzun,/ Bugünü, yarını, geleceği boz,/ Varlığı, kendine uydur uzun uzun./ Paşabahçe direncini bozdular,/ Alnımıza bir açlığı yazdılar.” (Fazıl Hüsnü Dağlarca, ‘Paşabahçe Destanı’.)
[21] Cüneyt Arcayürek, Demirel Dönemi – 12 Mart Darbesi: 1965-1971, Bilgi Yay., 1985, s.229.
[22] Zafer Aydın, ‘68’in İşçileri, Ayrıntı Yay., 2021.
[23] Atilla Özsever, “Hep 68’li Kalan İşçiler”, Birgün, 8 Ocak 2021, s.13.
[24] Atilla Özsever, “Mücadeleci Bir Başlangıç”, Birgün, 14 Haziran 2021, s.10.
[25] Mehmet Şakir Örs, “Tariş Direnişinin 42. Yılında Emeğin ve Tarımın Örgütlenmesi”, Cumhuriyet, 10 Şubat 2022, s.2.
[26] Mehmet Şakir Örs, “Tariş Direnişi Unutulmaz”, Cumhuriyet, 3 Şubat 2020, s.2.
[27] Deniz Güngör, “Herkesin Nefesine Nefes Olan Direniş”, Birgün, 28 Aralık 2022, s.14.
[28] Rıfat Kırcı, “Bu Tarihi Direniş Hâlâ Yol Gösteriyor”, Birgün, 30 Aralık 2021, s.13.
[29] Atilla Özsever, “Sınıf Ekseninde Hak Mücadelesi”, Birgün, 29 Aralık 2021, s.13.
[30] Atilla Özsever, “1980 Darbesi’nin Yarattığı Tahribat”, Birgün, 15 Haziran 2021, s.11.
[31] V. İ. Lenin, Ne Yapmalı?, çev: Muzaffer Erdost, Sol Yay., 4. Baskı, 1992, s.77-78.