Tarihin hiç solmayan yaprakları hapishane direnişleri ve zaferleriyle doludur. 20 Mayıs 1996 tarihinde Süresiz Açlık Greviyle (SAĞ) başlayan, 03 Temmuz’da Ölüm Orucu’na dönüştürülen direnişin 27’inci yıl dönümündeyiz.
1990’lı yıllarda Türkiye ve Kuzey Kürdistan’ın tüm coğrafyasını kan gölüne çeviren, açlığa, yoksulluğa, ölüme boğan, sayısız katliam, gözaltı, kayıp, işkence ve tutuklamaların arttırıldığı en vahşi, insanlık dışı uygulamaların yapıldığı bir süreçten geçiliyordu. İstikrarsız, siyasi bütünlüğü parçalanmış, temsili iradesini kaybetmiş faşist Türk devleti sık sık erken genel seçimlerle kendini onarmaya çalışıyordu. 1995 erken genel seçiminde kurulan ANAYOL hükümeti ve akabinde yürütülemediğinden yerine Refah-Yol hükümetini getirmeleriyle saldırı konseptleri de aynı paralelde artışı sağlanarak devreye konuluyordu. İşçi sınıfına, emekçi halk kitlelerine komünist ve devrimcilere karşı top-yekun saldırıya geçilmiştir. 1995-96 1 Mayıs işçi sınıfının mücadele günü vesilesiyle belirgin bir şekilde açığa çıkan ve her geçen gün büyüyen örgütlü kitlesel eylemsellikler, ciddi oranda bir kopuşun eşiğine girilmişti. Bu durum dağlardan yükselen gerilla savaşıyla bütünleşerek daha da genişlemesi faşist Türk devletini büyük korkulara düşürmüştü. Savaş Türkiye’nin büyük kentlerini de içine alarak genişleyip, artıyordu. Bunun önüne geçmek için MGK’nın kararlarıyla Türkiye’nin kentlerinde de yükselen devrimci mücadeleye karşı kapsamlı saldırı başlatıldı. Bu saldırıların ana hedeflerinden biride her zaman olduğu gibi hapishanelerdi. Çünkü hapishaneler o günün koşullarında önemli örgütlü direniş alanı olarak yerini koruyordu. Bundan dolayı faşist devlet ‘’terör hapishanelerden yönetiliyor’’ şeklindeki yalan-demagojik söylemlerde bulunarak saldırıların zemini oluşturuluyordu.
Katledilen, kaçırılan, kayıp edilen, işkencelere maruz kalan, tutuklanan, iş gücü gasp edilen, açlığa-yoksulluğa mahkum edilen, kent varoşlarına zorla göç ettirilen milyonlar Gazi’de, Ümraniye’de, Ankara’da, İzmir’de Kuzey Kürdistan’daki serhıldanlarda ‘’bizi teslim alamazsınız’’ diyerek kurşunlara bedenlerini siper ederek direnişi büyütüyorlardı; sokaklar barikatlarla örülerek eylemlerle tutuşturuluyordu.
Faşizm dört duvar arasında tutsaklara saldırılarını yoğunlaştırıyordu. Önce 21 Eylül 1995’de Buca hapishanesine saldırdılar. Onlarca yaralı ve üç devrimci tutsağın katledilmesiyle gelecek büyük olaylara ve direnişlere de fitil oluyordu. Bu saldırıya karşı 45 gün süren Açlık Grevi eylemiyle saldırı püskürtülmüş, gasp edilen haklar geri alınmış, tecrit ve teslim alma amaçları boşa çıkarılmıştı.
Hapishanelerde saldırılar durmaksızın sürdürülür, yıllardır uygulanan bir yöntemdir ve stratejiktir. 13 Aralık 1995 tarihinde Ümraniye hapishanesine yeni bir saldırı yapıldı. Bunun üzerine hapishaneler ayağa kalktı, barikatlar kuruldu, özgün duruma göre eylemler gerçekleştirildi. Dışarıda sokaklar, caddeler yangın yerine dönüştürülmüştü. Kitlesel eylemlerle hapishaneler sahipleniliyordu. Top yekun direnişle bu saldırı da püskürtülmüştü. Ancak devlet boş durmuyordu. ‘’…Bunlar cezaevi kapatıp cezaevi açıyorlar, içeriyi eğitim alanına çevirmişler, askeri çalışma bile yapıyorlar’’ içerikte yalan beyanlarda bulunularak yeni saldırı hazırlığındaolduklarının işaretini veriyorlardı. 04 Ocak 1996 tarihinde Ümraniye hapishanesine kanlı bir saldırı başlatıldı. Dört tutsağın katledildiği onlarca tutsağın ağır yaralanmasına neden oldular. Tüm hapishanelerde barikatlar kuruldu, gardiyanlar rehin alındı. Dışarısı ve içerisi yeniden savaş ala- nına dönüşmüştü. Direniş bu saldırıyı da zaferle sonuçlandırmıştı. Ama bu hapishaneleri hedef alınmaktan çıkarmıyordu. Hak gaspları, insani ihtiyaçları içeren talepler red ediliyor, yeni saldırıların arkası kesilmiyordu.
Refah-Yol koalisyonunun hükümet yapılmasıyla Mehmet Ağar imzasıyla 6-8 ve 10 Mayıs genelgeleri yayınlandı. Hapishanelere çok daha geniş ve boyutlu saldırıları MGK kararları doğrultusunda uygulamaya geçiriliyordu. Saldırıların boyutu değişmiş, artık yeni bir aşamaya geçilmişti. Bu stratejik saldırılara karşı, stratejik konumlanmayı zorunlu kılıyordu.
Cezaevleri Merkezi Koordinasyonu’nun (CMK) önderliğinde içinde Maoist Komünist Partisi’nin de yer aldığı yedi (7) parti ve örgüt uzun süreli bir direnişi örgütledi. 20 Mayıs’ta başlatılan SAĞ’nin 45’inci gününde saldırılar durdurulamayınca öncedcen planlanıp hazırlıkları yapılmış bir üst eylem biçimi olarak 03 Temmuz’da Ölüm Orucu’na dönüştürüldü. Onlarca hapishanede 1. Ekip olarak 159 Ölüm Orucu savaşçısıyla eş güdümlü, eş zamanlı büyük bir eylemi başlattılar.
MKP; Sağmalcılar, Ümraniye, Bursa, Çanakkale, Ulucanlar, Sakarya, Yozgat, Buca, Konya, Malatya, Bergama, Burdur hapishanelerinde 1. Ekipte 36 savaşçısıyla direnişin mevzisin de yerini almıştı. 13 ve 23 Temmuz tarihlerinde 2. ve 3. Ölüm Orucu ekipleriyle onlarca savaşçısıyla eyleme katılımı arttırdı.
Zafere Mahkum Edilenler Ölümü Küçülterek Yenerler!
Direniş MLM’nin ideolojik güzergahında İbrahim Kaypakkaya’nın yükseklere taşıdığı komünist kimliklerine özgü ‘’Zafere mahkum edilenler ölümü küçülterek yenerler’’ şiarı politik, ideolojik ve eylemsel hattın somut stratejik belirlemesiyle formüle edilmişti. Dünyayı değiştirip, dönüştürmenin, tarihin kendilerini zafere mahkum ettiği bilinciyle, faşizme karşı savaşmakta tereddüt etmeden ölümün üstüne yürüyerek eylemde yerlerini almaları, stratejik saldırıları, stratejik karşı koyuşla bedenlerini siper ederek cevap olunmuştu.
Cafer Cangöz yoldaşın 1. Ölüm Orucu direnişçisi olarak yaptığı konuşmada ölümü küçülterek yenmenin ve zaferi kazanmanın zorunluluğunu şöyle açıklamaktaydı; ‘’…Ölümden korkmayarak onun üzerine yürüyoruz, ölümün ne olduğunu çok iyi bildiğimizden ondan korkmuyoruz. Ölüm denilen şey bedenin fiziksel olarak yenilmesinden başka bir şey değildir. Bunu tarihimizden öğrendik. Bunu halkımız ve onun kurtuluşu için bedenlerini feda eden komünist ve devrimcilerden öğrendik. Bunu dünya komünistleri ve devrimci kahramanlardan öğrendik. İşte bugün onların öğrencileri olarak o görkemli bayraklarını daha da yükseltmek için bedenlerimizle ölüme yattık. (…)
…Söyleyeceğim şudur; Birincisi partimizdeki yoldaşlara, ona gönül vermiş sempatizanlara ve taraftarlara biz belki bedenen aranızdan ayrılmış olabiliriz, fakat sözlerimizi iyi dinlemenizi ve dikkatli bir şekilde yorumlamanızı istiyoruz. Özellikle bugün her zamankinden daha çok partinin direktifleri onun emrettiği ilkeler doğrultusunda savaşmaya hız vermek, İkincisi; Partinin birliğini ve disiplinini, onun bütünlüğünü bozmaya çalışan hangi tür ihanet odakları olursa olsun onlara müsaade etmemek (…) Üçüncüsü; Devrim için hiçbir fedakarlıktan çekinmemek ve onun için can bedeli her şeye katlanmak, bütün kişisel çıkarları bir tarafa atıp engelleri aşmak için cüret etmek…
…Biz zafere mahkumuz, zafere mahkum olan- lar…ölümü küçülterek yeneceklerdir…’’
Bu düşünce ve tespitler 1996 Ölüm Orucu direnişini tanımlamasının yanı sıra mücadelenin, açlığa yatırılan bedenin yaşamla ayrılmaz bir bütünün parçası ve de özgün ifadesi olmuştur.
Her anı eylem, her anı zaferle dolu 69 gün hücre, hücre eriyen bedenlerle ilmek ilmek örülen direnişte zaferi koparıp almak Aygün’leşmek Ali ve Hayati’leşerek ölümün üzerine yürümek Maoist komünist olmanın, işçi sınıfının, emekçi halkın temsilcileri önderleri olmanın en iyi örnekleridir.
‘’Savaş yen ve kazan’’ perspektifinin Maoist harekette şiar edinildiği bu tarihi süreçte; ihaneti bertaraf edip, ölümü küçülterek yenme pratiğinde gösterildiği gibi devrim ve komünizm için birleşen yoldaşlıkla kazanmayı bir kez daha beyinlere kazıdı.
Yoldaş Sıcaklığında Zafere Koşmak
Kanla, canla yazılan tarih belleklerden silinemez, karartılamaz ve unutturulamaz. İhanet ve içten fethederek darbelemek amaçları olanlar yoldaşlığın sıcaklığında parti birliği ile yenilmekten kurtulamadılar. Yılansı başlar ezildi, onlara kol-kanat olanlar bilimin cenderesinde mahkum edildiler.
Ölüm Orucu direnişinin 63’üncü gününde 21 Temmuz tarihinde ilk hızlı koşanlarımızdan Aygün Uğur yoldaşı ölümsüzlüğe uğurlamanın ve direnişin yoldaşlaşan görkemli yürüyüşü yaşanıyordu. İlk günün mesajını ilk yerine getiren oldu Aygün yoldaş. Aygün yoldaş direnişle ilgili konuşmasında şöyle diyordu;
‘’…Düşman ne ki, ölüm ne ki…Biz bu yoldaşlık sıcaklığıyla her şeyi başarırız…Yoldaşlara hepsini sevdiğimi ve irademle yeneceğimi, yeneceğimizi iletin…Burjuvaziyi yeniyoruz ve yeneceğiz. Kim onlar ya! Bizde bu irade bu yoldaşlık varken. Bizde bu dostluk, bu yoldaşlık sıcaklığı olduğu sürece, her şeyi ama her şeyi yeneriz…’’ Yoldaşlığın, siper yoldaşlığının, dayanışmanın en yalın mesajını verirken, Aygün olmanın ötesinde sahip olduğu MLM ideolojisine uygun komünist kişiliğin bir gereği olarak eylemdeki olması gereken tutumunu sergiliyordu. Ve Aygün görevini layıkıyla yerine getirerek aynı kortejde yürüyen yoldaşlarına, siper yoldaşlarına bayra- ğı devretmişti.
‘’Beni parti bayrağı ile sloganlarımız eşliğinde uğurlarsınız’’
O bayrak Ali Ayata yoldaşın elinde çoğalarak daha zirvelere taşınıyordu. Yoldaş sıcaklığını direnişin çizgisine uygun her biri kızıl bir müfreze olup düşman ininde başlatılan yürüyüşün yaşamak ve yaşatmak adına feda olmayı anlaşılır kılarak tutsaklığı aşan savaşımda ölümsüzleşmek herkese nasip olmaz.
Ali Ayata yoldaş Ölüm Orucu direnişi içinde yaptığı konuşmada süreç ile ilgili yaptığı analizde, politik öngörüsü ile olabilecek gelişmeleri şöyle belirtiyordu;
‘’…Yaşamam gerektiğini, bunun için direnmem gerektiğini biliyorum. Ama yaşama isteğime bağlı olarak tüm gücümle direnmeme rağmen, direnişin varacağı boyut; kısa süreli bir direnişle kazanılarak bir zafer olmadığını bilmelisin.(…) Bu Ölüm Orucu daha sürecek ve şehitler vererek zafere yürüyeceğiz. Bunu şimdiden bilmekte yarar var. Devlet bizden ölü istiyor. Ölü verilecek, belki ilk ben olabilirim, kazanmak için birinin ölmesi gerekiyor, bizden bunu istiyorlar. Yoldaşların yaşaması için bu şart. (…) Beni kendi koğuşumuzun havalandırmasında yapılacak bir törenle, parti bayrağı ile sloganlarımız eşliğinde uğurlarsınız…’’
Günler tüm ağırlığıyla her direnişçiyi ölümsüz zafere götürürken komünist iradenin ısrarına ihanet eden beden Ali yoldaşı da hızlı koşanların arasına kattı.
Tutsak edilen ve kölelik zincirine vurulan insanlık, onurlu bir gelecek için; yetti deyip eylemde yerini alan Ölüm Orucu savaşçıları, yaşatmak için kendini feda etme cüretinde bulunarak tarihi görevini yerine getiriyorlardı. Yaşam çığlıkları dört duvar arasına tutsak edilmişse, aşamıyorsa karanlık duvarları, özgürlük adına yükselen ölüm çığlığıyla aşılır. Ve yitip giden canların bedenleriyle insanlık için bir yaşam olurlar, oldular. Tarih yoldaşlarımızın ölümsüzlüğüne tanık olurken, direnişin zafere yakınlaştığı 67’inci günün ilk saatlerinde Ali Ayata’nın onurlu yaşamanın dünyayı hücre hücre zapt-etme gücüne de tanık olunuyordu. Ve o komutan Hayati’nin birliğinde olma gururunu taşıyarak yaşatmak için savaştı, ölümsüzleşti.
Yorumlar kapalı.