“Gerçekten önemli olan bir tek felsefe sorunu vardır, intihar. Yaşamın yaşamaya değip değmediği konusunda bir yargıya varmak, felsefenin temel sorusuna yanıt vermektir.” (Albert Camus)
İntihar genel kabul gören tanımıyla kişinin kendi iradesi ve isteğiyle, zihninde tasarladığı bir yolla kendi yaşamına son verme olgusudur. Kendi iradesi ve zihninde tasarladığı yol vurguları kimi tartışmaları da beraberinde getirebilir. Bazen intiharın koşullayıcısı tamamen dış nedenler olabilir. Ekonomik sosyal olgular kişinin yaşamını önceden tasarlamadan aniden sonlandırmasını koşullayabilir. Bu açıdan bakıldığında genel bir tanım belirtilmesinden ziyade yaşanan somut olaylar neticesinde değerlendirmelerin yapılması daha yerinde olacaktır. Lakin intihar son kertede kişinin kendi yaşamını sonlandırmasıyla şekillenecektik.
Kişinin yaşamını sonlandırması gerçekliği tarihsel süreç içerisinde gerek felsefi çizgide, gerekse de dini otoriteler tarafından değerlendirilmiştir. Büyük dinler “Tanrının verdiği canı ancak tanrı alabilir” düsturundan hareketle kişinin yaşamını sonlandırmasını, ahlaka aykırı bir durum olarak ele almışlardır. Kutsal kitaplı dinlerin ilki olan musevilikte bu eylem, 10 emir içerisinde yer alan “öldürmeyeceksin” emri ile açıkça çelişmektedir. Zira bu emir kişinin bir başkasını öldürmesi ile kendisini öldürmesi arasında bir fark görmemektedir. Devamında tarih sahnesinde yer alan kutsal kitaplı dinler de intiharı, tanrının insana bahşettiği ahlakı yok sayması ve tanrının “öldürmeyeceksin” emrini yok saydığı için O’na isyan olarak ele alan tutuma sahiptir. Öyleki Ortaçağ Hıristiyanlığında intiharla yaşamına son veren insanların cenazelerindeki dini vecibeler dahi yerine getirilmezdi. Bunun, o dönem dinle bütünleşen feodalizmlede bağı vardı. Zira krala itaat edecek yarı köleler, köylüler kazımdı. Sisteme itiraz olarak yükselen intihar asla kabul edilemezdi.
Felsefi perspektifte ise intiharın her durumda ahlaksal açıdan yanlış olduğunu savunanlarla, bunun anlamlandırılabileceğini, yani doğru, erdemli bir tutum olduğunu savunan akımlar olagelmiştir. Örneğin, Platon, Aristo, Kant, Hegel gibi filozoflar intiharın her durumda ahlaksal açıdan yanlış olduğunu ortaya koymuşlardır. Aristoteles bu karşı koyuşu, intiharı; “yaşamın yasasını çiğnemek” olarak değerlendirerek gerçekleştirmiştir. Thomas Aquinas ise; 1) Var olan her şey doğası gereği varlığını sürdürür, bu nedenle intihar etmek hem doğa yapısına hem de doğa sevgisine aykırı bir davranıştır. 2) Her insan teki ait olduğu toplumun bir parçası olduğundan kişinin kendini öldürmesi toplumu derinden yaralayan bir eylemdir. 3) Yaşam açıkça tanrının insana bir armağanı olduğundan kişinin kendisine verilen bu yaşamı, bu canı onun istenci dışında olması büyük bir günahtır. (Felsefe Sözlüğü) Uslamaları intihara felsefe ve dinin harmanlanarak karşı çıkıldığını gösteriyor. Öte yandan Epikuros’tan Stoacılara, Rousseau, Voltaire, Hume’a uzanan hatta yer alan filozoflar ise intiharı destekleyen çalışmalar içinde olmuşlardır. Mesela hiççiliği benimseyen Nietzsche, “yaşamın anlamı bütün bütün bitirildikten sonra, bir bitki gibi doktora ve ilaçlara bağlı olarak uzun yaşamaktansa biran önce ölmek yeğdir” diyebilmiştir.
Peki genel geçer soyut sözcüklerden, tanımlamalardan öte sosyal yaşamın önemli bir tartışma alanı olan intihara dair somut, ayakları yere basan eklemeler yapılabilinir mi? Genel olarak bireylerin eylemlerini iyi mi, kötü mü, ahlaklı mı, ahlaksız mı cenderesinden çıkartıp, bu insanlar neden intihar ediyor sorusuna yanıt aranabilir mi?
Ve Durkheim
İntihar konusuna, bir pozitivist olan ve devletin/düzenin korunması için bireyi dışsallaştıran Durkheim de eğilmiştir. Durkheim intihar olgusunu; “endüstri toplumunun koşullarına girmiş bulunan Batı Avrupa toplumlarında temel işlevlerini yerine getirmesi gereken kurumların bu yeni koşullara uyarlanamamış olduklarını kanıtlamak için” incelediğini söyler. (A. Giddens Sosyolojisi) Aşırı kitlesel mutsuzluğun bir sonucu olarak, bütünüyle kişisel bir edim olarak görünen intiharın oluşumunda; ruhsal eğilimlerle, fiziksel ortamın niteliğinden çok sosyal etkenlerin belirleyiciliği söz konusudur.
Durkheim’a göre sosyal etkenlerin belirlediği 4 tip intihar vardır: “bencil intihar, elcil intihar, anomik intihar ve yazgısal (kaderci) intihar” Buna göre bencil intiharlar sosyal bağların zayıf olduğu bireylerin kendilerini daha zayıf hissettikleri zamanlarda ortaya çıkar. Sosyal anlamda dışlanan ve kendi sorumlulukları için aşırı baskı yapılan bireyler yaşamın katlanılmazlığını ve kişisel acıları öne sürerek intihar ederler. Yani bireyi kendi başına bırakan etkenler ne derece çoğalırsa intihar olasılığı da o derece artar.
Anomik intihar ise, sosyal yaşamda ortaya çıkan bunalımlar sonucunda, toplumun yapısında meydana gelen değişikliklere bireysel anlamda verilen tepkilerin bir yansımasıdır. Durkheim, intiharı dört tipte kategorize ederek açıklamaya çalışsa da, eksik kaldığı noktalar mevcuttur. Mesela yaşanan ekonomik krizler intihar oranlarını artırmaktadır. Fakat Durkheim bunun nedenini yoksullaşmayla değil, hızlı değişimlerden kaynaklanan “anomik durum” olarak değerlendirir. Oysa toplumsal düzensizlikler doğal olarak bireyin yaşam koşullarında düzensizliklere yol açar.
Ve Ülke Gerçekliği
İçerisinden geçmekte olduğumuz koşullarda da intihar edenlerin oranı bir hayli artmış durumdadır. Pandemi süreci ve sürekli kendisini hissettiren ekonomik kriz, yoksulluk, sosyal-iktisadi eşitsizlik, sistemin, toplumun baskısı gibi ekonomik ve sosyal sebepler birçok bireyin tek tek yada topluca, ailece intiharını koşullamakta, buna neden olmaktadır.
Belli bir süre; iflas eden dükkan sahiplerinin, aylardır kirasını ödeyemeyen işsiz ailelerin, gıdaya erişemeyenlerin, baskı, mobing ve zulme dayanamayanların intihar eylemleri basında yer buluyordu. Ancak son dönemde basın, intihar haberlerini “özendirebilir” kaygısıyla yayınlamayı bıraktı diyebiliriz. Basında tek tük yer bulan bu intihar haberlerinin hemen ardından ilgili devlet yetkilileri, bakanları çıkıp “ülkede şu kadar milyon antidepresan ilaç kullanılıyor, şu kadar kişi psikolojik destek almış” yönlü açıklamalarda bulunabiliyor. Şüphesiz atılan bu adımlar intihar olgusunun altında yatan gerçekliği gizlemek, üzerini örtmekten öte bir anlam taşımıyor. Zira batı toplumlarında gerçekleştirilen sosyal, klinik çalışmalar intiharın temel nedeninin bozuk psikoloji yada alkol bağımlılığı olmadığını ortaya koymaktadır. İnsan sosyal bir varlıktır ve kendini hatta ailesini toplumdan koparması, hayatlarına son vermesi basit bir işlem değildir. Pandemi sürecinde siyanürle toplu intihar vakalarında artış yaşandı. Öyleki aileler binalarının kapılarına intihar ettiklerine dair not bırakır olmuşlardı. Topluca intihar eden aileler, bakanın ifade ettiği gibi ailece “antidepresan” kullanmıyordu. Ki kullansalar da bireyi bunaltıp psikolojilerini bozan antidepresanlara, anti psikolojik ilaçlara yönlendiren de yine bu kapitalist sistemin kendisidir. Onun yarattığı sosyal, ekonomik, kültürel modelin bireyi değersiz etmesi, uyum sağlayamayanı çarklarında ezmesidir. Fakat yaşananlar gerçeklerin üzerini örtmeye çalışanların anlattığı masallar gibi değildir. Toplu intihar vakalarının çoğunda hayatlarında çıkış yolu bulamayan, ekonomik yoksulluk girdabında sıkışan bireyler yer alıyordu. Ve bu intiharlardaki fail kullanılan araçlar, kimyasal ürünler değil, kitlelere intihardan başka seçenek sunmayan, kendileri şatafat içinde yaşarken, açlık çekenleri şükür bilmez nankörler olarak suçlayanlardır. Ankara Kızılay’da (13 Eylül 2021) kendisini yakmaya teşebbüs eden emekçinin ifade ettikleri her şeyi özetlemekteydi; “Aç kaldım, adaletten umudunu kesmemiştim, ama adaletin zenginin, gücü olanın yanında olduğunu anladım.” Yapılan araştırmalara göre; 2018-2022 yılları arasında 5 bin 485 kişi geçim sıkıntısı ve ticari borçlanma yüzünden intihar etti. (TÜİK) 2018 sonrası 2019’da başlayan pandemiyi, derinleşen ekonomik krizi, halkın sürekli gerileyen alım gücünü de hesaba katarsak, 2022’ye gelene kadar rakamların daha da artmış olduğu anlaşılacaktır. TÜİK’in ölüm rakamlarını açıklamayı bırakması ve basının bu konudaki sansürü, son verilere ulaşmayı güçleştirse de durum üzerinde tahminde bulunabilinir. Ve yine TÜİK’in 23 Şubat 2023’te 2021 ölüm istatistikleri açıklamasında ölüm oranlarındaki “diğer ve bilinmeyen” bölümünde yer alan yüzde 3-4 ve 11-12’lik verilerin neye tekabül ettiği de tahminlerde yer alabilir.
Hapishaneler
İntihar vakaları yalnızca sivil yaşamda rastladığımız bir olgu değil. Bilakis son dönemde hapishanelerde de intihar eden tutsakların sayısında ciddi bir artış olduğu göze çarpan ciddi bir gerçekliktir. Durum o denli ciddi bir hal almıştır ki, Silivri hapishanesinde kalan adli mapuslar koğuşça, toplu olarak intihar girişiminde bulunmuşlardır. Paralel olarak başta F Tipleri olmak üzere ülkenin birçok hapishanesinden intihar haberleri gelmeye devam etmektedir. Hapishanelerdeki intiharların esas nedeni; insanlık dışı yaşam koşulları, tutsaklar üzerindeki ciddi baskı, saldırı, işkence ve tecrit politikalarıdır. F tiplerinin birer tabutluk olduğuna birçok kez değinmiştik. Ve bu vurgumuzun gerçekliği her geçen gün kendisini biraz daha fazla hissettirmektedir, zindanlardan çıkan tabut sayısı günden güne artmaktadır. Bu intiharda hapishane idareleri doğrudan paya sahiptirler. Kişileri sosyal ortamdan izole etmesi, sosyal aktivitelerden keyfi olarak uzak tutması, her gün ağırlaşan baskı politikalarını uygulaması, fiziki saldırı ve işkencelerde bulunması, bireyleri bunalıma sevk edip intihara yönlendirmektedir. Hapishanelerden gelen bilgiler ışığında durum o denli ciddileşmiştir ki, bazı hapishanelerde sözde tutsakların psikolojik durumlarıyla, şikayetleriyle ilgilenecek olan psikologlar bizzat işkencelerde yer almakta, intihara teşvik edecek şekilde tutsaklara; “intihar etmeyi düşünüyor musun?” diye sorabilmektedir.
Hapishanelerdeki intihar vakaları tutsakların psikolojik durumlarıyla, sorumluluğu onlara yükleyecek şekilde açıklanamaz. Esas sorumlu olanlar hapishane idareleri ve tutsakları içeride katletmeyi rutin bir uygulama haline getiren Adalet Bakanlığı’dır, devlettir. Bireyin sosyal yaşamdan koparılması, ağır tecrite tabi tutulup her talebin reddedilmesi gibi sebepler intihara yönlendirmenin dışsal, çevresel nedenleridir.
Son söz olarak, sorunu doğru teşhis edelim. Bireylerin hayatlarına son verdiği intihar olgularının temelinde kapitalist sistem yer almaktadır. Ekonomik kriz kapitalist toplumda insanı en fazla etkileyen unsurdur. Zira kapitalizm üretim araçlarını tayin ettiği gibi, üretim ilişkilerini de belirliyor. Bireylerin mesleği, işsizliği, geçimi, barınması, beslenmesi, sosyalleşmesi gibi unsurlar bu sınırlar içinde şekilleniyor. Üzerine baskıcı faşizm eklenince, emekçi kesimler üzerindeki bunalım daha da derinleşiyor. Kapitalizmin insanlara açlıktan, yoksulluktan, karamsarlık ve intiharlardan başka verebileceği bir şey kalmadı.
Kişinin hayatına son vermesi, uğruna hayatını sonlandırdığı problemi ortadan kaldırı mı? Sorunu çözmek için doğru metotlarla kişinin onu ele alıp tespit etmesi, onunla mücadele etmesi intihar tartışmalarında önem taşır. Zira yaşamı diyalektik yönteme uygun ele almaya çalışan bireylerin, düşünme yapısı da buna paralel olarak şekillenir. Materyalist bakış açısı konunun ahlaki, dini boyutuyla değil, birey, toplum ve kurtuluş boyutuyla ilgilenir. Kişinin kendini kolektiften soyutlayarak “benleşmesi” sosyal yanını törpüler. İntihar durumunda kişi sorunlardan kurtuluşun bireysel olarak yaşamını sonlandırmakta olduğunu düşünür. Oysaki birey kolektifin dinamik bir parçasıdır ve kurtuluş toplumsal olarak, sınıfsal mücadeleyle sağlanabilir. Çözüm örgütlenmekte, geniş kitleleri etrafında toplayarak devrimci atılımların yaratacağı gelecek düşündedir.
“İntihara karşı tutumum onu reddetmektir… hedefi her şeyden önce yaşamaya çalışmak olan insan doğal eğilimine karşı durmayacak ve ölmek istemeyecektir. İkincisi her ne kadar intihar toplumun insanları bütün umutlarından yoksun bırakması olgusundan kaynaklanıyorsa da…yitirdiğimiz umudu yeniden kazanmak için topluma karşı savaşım vermeliyiz. Savaşarak ölmeliyiz.” (Mao Zedung- Seçme Eserler, Cilt: 1)
Yorumlar kapalı.