1. Haberler
  2. SANAT.
  3. 12 EYLÜL FAŞİZMİN ZİNDANLARINDA BİR GARİP | Kasım Koç

12 EYLÜL FAŞİZMİN ZİNDANLARINDA BİR GARİP | Kasım Koç

featured
service

Bu öykü yaşanmış bir gerçek olayın öyküsüdür. Öyküdeki yer, mekan, zaman ve karekterler de gerçektir. Dört bölümden oluşmaktadır. 1. Bölümün heyecanla okuyarak diğer bölümleri de o heycanla okuyacağınıza inanarak bu öyküyü gazetemiz Devrimci Demokrasi aracılığıyla sizlerle paylaşmak istedik.

1. Bölüm

Sis dağları içine almış, görme mesafesi birkaç adım kadardı. Hayal dünyası, bu anlamsız manzara içerisinde uçup gitmişti. Yola çıktıktan bir saat sonra kar yeniden lapa lapa yağmaya başladı. Sabaha kadar yağan kar, dağların arasında kıvranıp giden patika yolu kapatmıştı.

Boğucu fırtına içerisinde dağ yolunda, hayal dünyasında debelenen Garip, bir saat en önde yolu açarak yürüdü. Ankara lastiğinin içine giren karı temizlemekle uğraş içine girdiğinde bir başkası öne geçti. Garip, karı temizleyip ayakkabılarını giydiğinde kafasını gökyüzüne çevirdi, kara bir kütle içerisinde kristal kar tanelerinin süzülerek dansa durduğunu gördü. Çok geride kaldığından ötürü önde giden köylülerini göremiyordu.   

Dağlara, dağlı köylü olmasına lanetler yağdırarak, ayaklarını daha seri kaldırıp indirmeye başladı. Diri bir gençti, atikti ve de atletik bir fiziğe sahipti Garip. 

Dağlar, baharın güzelliğini yitirmiş, kar ve boranın esiri olmuştu. Burada doğması, tanrılar tarafından kendisine reva görülen bir ceza mıydı yoksa bunun tek suçlusu babası mıydı? Neden burada dünyaya geldiğini sora sora yürüyüşünü sürdürdü. Gaban Vadisi’nde köylülere yetiştiğinde, ayakları üşümeye başlamıştı, parmaklarının kaskatı kesildiğini fark etti. Parmak uçlarını birleştirerek ağzına götürdü, nefesiyle ısıttı. Dağda bir çoban olarak dünyaya gelmesine lanetler okudu. Öğretmen olmanın, toplum ve de devletin hizmetinde olmanın yüceliğinin hayaline daldı. Köylülerin, öğretmenler karşısında şapka çıkarmasının hayranlığıyla bir iç geçirdi. Bir gün, diplomalı öğretmen olarak buraya görev icabı gelebilmenin heyecanı vücudunu ısıttı.   

Diploma olmadan bu olanaksızdı, bunu biliyordu Garip. Bunu düşündüğünde kudurmuş boğaya dönüşüyor, öfkesini ayaklarına yüklenerek gideriyordu. Oysa iç dünyası dikkate alınmış olsa, doğayı anlatacak, börtü böcekten doğal ilaçların nasıl elde edildiğini öğretirdi.  

Hozat’ta okula gidip öğretmenleri ziyaret etmenin hülyalarına daldı. Devrişcamal köyünün düzlüğüne vardıklarında Garip, ses kaldırdı türkü söylemeye başladı,  

“Vore to emser vorena,   

Riye herdi sıpikena…”   

 Yağan kar ve sevgi üzerine söylenen türkünün sözleri tam da Garip’in duygu dünyasını yansıtıyordu. 

Cemo’ların zirvesine geldiklerinde sigara içecek kadar bir mola verdiler.  Garip, bakışları içerisinde kaybolan Hozat’a dikti.   

Hozat’ın girişinde bekleyen polisler kontrol noktasında, “Dur! Ellerinizi kaldırarak yaklaşın…” komutunu verdi. 

Ellerini kaldırarak yaklaştılar. Üst baş aramasından sonra kimlikler toplandı. Arananların isimlerinin kalınca defterdeki isim listesinde olup olmadığını incelediler. O vakte kadar G3 silahlarının namluları, köylülere çevrili haldeydi.   

Soğuk bedenlerin tir tir titremesi köylülerin bazılarının lokantadan akıp gelen kokuya doğru koşar adımlarla yürümelerine neden oldu. Birkaçı da kendisini kıraathaneye attı, sobanın etrafında paçalarını ve çoraplarını kuruturken sıcak çaylarla ısınmaya çalıştılar. Garip, Hozat çarşısının girişinde Hasan Keleş’in bakkalına girdi. Her zaman yaptığı şeydi bu.   

“Selamınelekim Hasan Amca.” dedi Garip.   

Boğucu bir havadan çıkıp gelenlerin hizmetini görmeyi bir görev edinmişti esnaflar. Müşteri onların başında taşıdıkları şapka, taç kadar kıymetliydi. Dağlı köylüler için de bakkallar, evleri kadar önemliydi ve onların güvenceleriydi.   

Garip, bakkalcının kısa bir hal hatrını sorduktan sonra, bakkalın arka bölümüne geçti. Sırtındaki torbayı uygun bir yere bıraktığında koca dağı atmış kadar rahatladı. Oturduğu yerden Ankara lastiğini ayaklarından ıstırap içinde çıkardı. Tiksintiyle lastiğe ve ıslak çoraplarına baktı. Torbasından çıkardığı kuru çoraplarını giydi, iskarpin ayakkabısını torbasından çıkardı, onları da ayağına geçirdiğinde vücudu biraz da olsa rahatladı. Garip, çarşının içerisinde dolanan insanların gizemini merak etmeye ve heyecanlanmaya başlamıştı. Yavaş yavaş arka bölümden çıktı. Bakkalın ortasındaki Garip, cebinde itinayla katladığı kravatını çıkardı, bakkalın raflarındaki ürünlerin üzerinde bakışlarını gezdirirken boynuna taktı kravatı. Gömleğinin yakasını bir güzel düzelttikten sonra kapıya yöneldi. Kapıyı açtı, omuz üstünden geriye bakarak, “Amca eşyam arkada kalsın, öğleden sonra alırım” dedi.   

“Kalsın evladım”   

“Babamın selamı vardı, bazı ihtiyaçları alacağım ama veresiye yazmanı rica etti. Gazımız bir damla kalmamış. Bir bidon gaz mutlaka almam şart!” dedi Garip.   

“Aleykümselam. Babanın kredisi bende çoktur Garip oğlum. Bakkal senindir. Akşama kadar gaz gelirse ayarlarım.” dedi.   

Bakkalcı Hasan Amca, Garip’in boynunda sallanan kravatına ve onun bu elbise değişimine imrenerek baktı. 

Garip, ne zaman kravatı taksa rahatlıyordu. Şimdi de öyle hissediyordu.   

Zorlu yolculuğu unutmuş, coşku dolu bir ruha bürünmüştü. Çarşıda volta vurmaya başladığı anda sahip olduğu eski heyecanını yeniden yakaladı. Kar halen lapa lapa yağıyordu, kapüşonu kafasına çekmesine rağmen alnına düşen saçları ıslatmıştı. Karın bu haline lanetler okudu içten içe. Parkasını sıkı sıkıya kapattığından ötürü giydiği takım elbisesi ve kravatın görünmediğine hayıflandı.   

Çarşıyı boydan boya iki kez turlarken karşılaştığı tanıdıklara hürmetle sevgisini sundu Garip. Kıt kanaat geçinen ailenin bir ferdiydi. Babası, para vermemiş, ihtiyaçları bakkaldan aldığında veresiye defterine yazmasını tembih etmişti. Lokantalar bir çorba veresiye yazmazdı. Kaç kez aç karınla köye geri gitmiş ama lokantaya gidip de benim karnım açtır, bana bir tas çorba ver dememişti. Karnında guruldayan seslerden rahatsız oldu. Bir an önce yağlı birilerini bulması gerektiğini düşündü. Lokantada çorba içen köylülerini uzaktan gördü. Nasıl da ağızlarını şapırdatıyor, buram buram kalkan buharlı çorbayı zevkle içiyorlardı.  

Belediye sokağından çıkan Ahmet Hoca’yı fark etti. Garip, uzaktan Ahmet Hoca’yı takibe aldı. Öğlen yemeğini bedavaya getirmenin gerçek olması an meselesiydi. Anlaşılmaz bir heyecan gelişti içinde. Farkındaydı bu heyecanın ama yapacak bir şey yoktu. Zaten okula gidip Ahmet Hoca’yı ziyaret etmeyi düşünmüştü, şimdi buna gerek kalmadı. Gerçi kravatlı halde okula gittiğinde çocukların Garip’i öğretmen sanması ona büyük mutluluk veriyordu. 

Aydınlar kıraathanesinden içeri giren Ahmet Hoca’nın ardından iki dakika sonra içeri girdi, kapıyı kapattı, öylece durdu. Kıraathanenin içinde, sigara ve soba dumanından bulut tabakası oluşmuştu. Etrafını sinsice kolaçan etti. Ahmet Hoca ile göz göze geldiğinde, “Gel Garip, gel.” dedi Ahmet Hoca.   

Garip, burnunu çeke çeke yavaş adımlarla öğretmenlerin masasına yanaştı, “Selamünaleyküm hocalarım.” dedi masada oturan dört öğretmene.   

“Merhaba Garip.” dedi Ahmet Hoca.   

“Buyur otur.” dedi Veli Hoca.   

“Aleykümselam.” dedi Ali ile Bertal Hocalar.   

“Rahatsız etmeyeyim.” dedi utangaçça Garip.   

“O da ne demek, lütfen otur.” dedi Bertal Hoca.   

Garip, parkasını çıkardı, sandalyesinin üzerine bıraktı, kravatını düzeltti. Parlayan takımı öğretmenlerin dikkatini çekti. Bu ince elbiseyi, bu mevsimde memurlar bile giymiyordu ama Garip, ışıl ışıl ışıldayan elbiseyi titremesine rağmen büyük bir hevesle giyiyordu.   

“Takımın da kaliteymiş, Garip!” dedi Ali Hoca.   

“Babamın benden beklentisinden de fazla çalıştım. Babam da, bana takım aldı.” dedi Garip.   

“Kravatı yenilemişsin” dedi Ahmet Hoca bıyık altından gülümseyerek.   

“Hoş gelmişsin abiciğim, ne içersin? Abime ne vereyim?” dedi Derikli olan garson.   

“Garip kardeşime bir sıcak çay getir lütfen!” dedi Veli Hoca.   

“Üşüdüm. Önce bir sıcak çay getir, sonra bakarız.” dedi Garip.    

Masada oturan öğretmenlerin tek tek sağlığına duacı olduğunu belirtti.   

“Hocam hayırdır, bu saatte okulda olmanız gerekmez miydi?” dedi Garip utangaç bir halde.   

“Maraş katliamının birinci yıl dönümündeyiz, bundan dolayı bugün okula gitmeme kararı aldı TÖB-DER. Biz de bu karara uyduk Garip.” dedi Ahmet Hoca.   

Protesto ettiklerini çaktı Garip. Bir iki saat sonra köye gideceği için, birkaç çay ve bir de yemeği bedavaya getirdiği taktirde değme keyfime diye sevindi kendince Garip.   

“Bütün köylü öğretmen olmak istiyor ama siz, öğretmenlik yapmak istemiyorsunuz neden? Devlet size para veriyor. Köylü milleti, sizin önünüzde şapka çıkarıyor, yine de mutlu değilsiniz.” dedi Garip hayretler içerisinde kafasını sağa sola sallayarak. Refah içerisinde tutkuyla yaşamaktansa, sorunlar yaratan bu öğretmenlerin aklına şaşmıştı.   

Bugün öğretmenlerin keyifli görünseler de içten içe tedirgin olduklarını fark etmişti Garip. Gazete masada öyle durmuştu, gazeteyi elinden düşürmeyen bu öğretmenlerdi, şimdi ise bunu eline alan yoktu. Okulda bu öğretmenlerin anlamsız sordukları sorular aklına geldi. Acılar içinde kıvrandı bir mühlet.   

“Hocam!” dedi Garip.   

“Efendim Garip!” dedi Ali Hoca.   

“Ben, yedi yıl neden aynı sınıfta kaldım biliyor musun?” dedi Garip.   

“Bazı çocuklarda olur böyle şeyler. Seninki de bunlardan biridir.” dedi Ahmet Hoca.   

“Yok yok. Sizin verdiğiniz milli eğitim, canlı ve heyecanlı değildi. Hayatın gerçekliğini içermeyen ve öğretmeyen, tepeden inmiş ezbere dayalı bir eğitim sistemidir. Bugün bunun böyle olduğunu daha iyi anlıyorum. Benim kafam bunları tam tamına yedi yıl almadı, resmen beynim kilitleniyordu derste. Zor geliyordu bana sizin eğitiminiz. Babam, yedi yıl birinci sınıfta kalmama sizin eğitiminizden ötürü de hiçbir gün kızmadı.” 

“Nasıl kızmaz Garip?” dedi Ali Hoca.  

“Çünkü, doğa içerisindeki zengin fikirlerimi biliyordu. Doğayı kavrama ve ondan beslenme konusunda üzerime kimseyi tanımam, ondan ötürü kızmıyordu bana.”  

Bu düşüncesini öğretmenlere açtığına pişman oldu. Ukalalık yaptığını düşündü.  

“Öğretmenler akıllı insanlardır, onları benim gibi aklı kıt olanlar anlayamazlar.” diye mırıldanmasını duyan olmadı. 

“En iyi siz öğretmenler bilirsiniz” dedi.

“O doğru değil, toplum öyle sanıyor ama yanlıştır. Tek doğru yoktur” dedi Bertal Hoca.

“Bütün çocuklara, öğretmenler not veriyor. Toplumda bunlardan oluşuyor. Topluma not veren sizlersiniz” dedi Garip.

Öğretmenler bir birine baktılar. “Garip, biz günahsızız, bütün suç sistemdedir. Biz, sistemin bize verdiği ders planına göre öğretiyor ve not veriyoruz.” dedi Ali Hoca. 

“Yok, yok. Bu kıraathanede oturanlar, evinde olanlar, bütün memur ve de hamallara kadarki diplomaları veren siz öğretmenlersiniz. Saygım var bu hükümdar oluşunuza. Kudret ve de güç sizdedir. Benim hep öğretmen olmak istememde bundandı. Kravatı o yüzden severim.” dedi Garip.

Öğretmenler, kendi aralarında eğitim üzerine tartışmaya başladılar. Garip, kulakları kabarttı, öğretmenleri anlamaya çalıştı.

Yürüttükleri fikir tartışması, çok mekanik geliyordu Garip’e. Bu konuşmalar onu yeniden eski okul günlerine götürdü. Garip, okulda kendisine öğretilenleri esas alarak sentezlemedi, öğretmenlerin dedikleri tarzdan da yapmadı. Dağlarda hayvan alemiyle yaşamak, kitaplarda, okul sıralarında anlatılanlarla tersti. En azında kendisi buna kanaat gelmişti.  

Midesindeki gur gurları yeniden dinledi. Acıkmıştı. Heybesinde taşıdığı ekmeği yolda tüketmişti.  

Öğlen yemeğinde, kavurma yanında pilav ve bir de ayran istemenin hayaline daldı. Açlık onun derinlere dalmasına vesile olmuştu. Çay masaya geldiğinde Garip bu rüyadan uyandı. Peş peşe ince belli bardaktan yudumladığı çay bitti. Çayın tazelenmesi için Ahmet Hoca garsona işareti etti. İkinci çay geldiğinde peş peşe sigara yakan ve biraz da tedirginliğini sigarayla gidermeye çalışan Ahmet Hoca, karşısında duran gence sigara tuttu. Garip, sigarayı geri çevirmedi. Kırmızı poçikli 216 Samsun sigarasına gözü iliştiğinde geri çevrilmez ki diye de iç geçirdi Garip.  

Peş peşe iki yudum aldığında, polisin telsiz paraziti önce duyuldu sonra da polis içeriye girdi. Garip, köylülerin masasında oturmadığına sevindi. Köylü cahildi, tanrılar tarafından da lanetlenmiş bir yaratıktı. Köylünün şehrin girişinde ve çıkışında da saatlerce kimlik kontrolüne tabi tutulmasının sebebi, toplumun en vahşi sınıfına ait olmasıydı. Kravatlı memur olmak her zaman öncelikli ve ayrıcalıklıydı. Bugün Garip, kravatını takmış, oturduğu masadaki insanların tümünün boynunda da kravatlar vardı. Toplumu yetiştiren efendilerin içinde olmanın övgüsüyle kendisini sandalyeye yasladı.  

Köylülerin masasında oturmadığından ötürü de ayrıca gururlanmıştı. Kıraathanede uğuldayan seslerin yerini aniden ölüm sessizliği almıştı.

Garip, tebessümle polisleri incelerken, ince belli bardağında kalan çaydan son yudumunu aldı.  

Köylüler, kâğıttan ellerini çektiler, zehirli hançerin saplanmış acısı köylülerin yüzlerinde görünüyordu. Köylü, milletin efendisidir sözünün özüne göre neden davranılmıyor sualleri dolanıyordu beyninde. Parazit yapan telsiz sesleri, yaptığı yankıyla kıraathanede oturanları daha büyük bir heyecan ve telaş aldı.  

Dışarıda kar daha bir şiddetlenmişti.  

Kimi alıp götürecekleri korkusu sardı herkesi, eller ceplere gitti, kimliklerini çıkardı dağlı köylüler. Komiserin elinde parazit yapan telsizden gelen anlamsız kesik kesik konuşmalar, belirsizliğe giden karanlık günleri anımsatıyordu orada oturanlara. Nasıl da kötüydü o telsiz paraziti. Artık her şeyin bittiği, an gelmişti; kimin isminin okunacağına, kimin ellerine bu soğuk havada metal kelepçenin takılacağına kesilmişti kulaklar. Şimşek şimşekti köylülerin sobanın ve masaların etrafını örmüş meraklı bakışları.  

Polis, kıraathaneyi bir güzel kontrol ettikten sonra yavaşça öğretmenlerin masasının etrafını sardı.

“Oooo beyler, çocuklar sizi sınıfta bekliyor ama siz burada çay keyfindesiniz…” dedi komiser alaycı bir edayla.  

“Çocukların gelecekleri bu sistemle olmaz. Bugün, Maraş katliamının yıl dönümüdür ve biz bu katliamı yapanların adalet önüne çıkarılmasını ve onlardan hesap sorulmasını istiyoruz.” dedi Bertal Hoca.  

Komiser, Bertal Hoca’nın konuşmasını yarıda kesti,  

“Lütfen beyler, bunları karakolda konuşuruz. Bize, zorluk çıkarmayın.” dedi Komiser.  

“Alın bunları!” dedi kesin emirle.  

Garip, nefes alıp vermekte zorlanmaya başlamıştı. Sandalyesinden kalktı, cama doğru yürüyerek onlardan olmadığının görüntüsünü vermeye çalıştı.   

“Sen de geç bunların yanına.” dedi komiser, azarlayarak.  

“Ben öğretmen değilim.” diye itiraz etti Garip.  

Polis, “Kes sesini len!” diye bağırdı.  

“Bu gariban bir köylüdür.” diye itiraz etti öğretmenler.  

“Hepsini kelepçeleyin!” dedi Komiser, kesin bir emirle  

“Ben tam tamına yedi yıl, ilkokul birinci sınıfı bitirememiş bir garibim.” dedi Garip.  

Polis, tepeledi Garip’i. İkinci polis, kollarını kıvradı, arkadan soğuk metali bileklere taktı.  

“Komiserim, ben öğretmen değilim!” dedi.  

“Derdini karakolda anlatırsın.”  

“Kes len sesini!” dedi bir başka rütbeli polis.  

Hozat çarşısı asker ve polis araçlarından geçilmiyordu. Polis karakolunda, sorgulamadan evvel, hepsini tek tek hücreye ardından da kapı kilitlendi.  

“Ben öğretmen değilimmmm…” diye bağırdı Garip hücrenin mazgalında.  

Garip’in bıraktığı çığlıkla, hücrelerdeki inleme sesleri kesildi. Garip, kafese kapatılan kurt misali, etrafında döndü. Birkaç adım ileri birkaç adımda geri yaptı, var gücüyle kapıya vurmaya başladı, 

“Ben, öğretmen değilllliiiimmmmm…”  diye yeniden bir çığlık bıraktı Garip…  

Sürecek  

Not: Bu öykü yaşanmış bir gerçek olayın öyküsüdür. Öyküdeki yer, mekan, zaman ve karekterler de gerçektir. Dört bölümden olşmaktadır. 1. Bölümün heycanla okuyarak diğer bölümleri de o heycanla okuyacağınıza inanarak bu öyküyü gazetemiz Devrimci Demokrasi aracılığıyla sizlerle paylaşmak istedim. Kasım Koç

12 EYLÜL FAŞİZMİN ZİNDANLARINDA BİR GARİP | Kasım Koç
Yorum Yap

Yorumlar kapalı.

Giriş Yap

Devrimci Demokrasi ayrıcalıklarından yararlanmak için hemen giriş yapın veya hesap oluşturun, üstelik tamamen ücretsiz!

Bizi Takip Edin